Manly Palmer Hall

Manly Palmer Hall

Sunday, January 3, 2010

ve Ertuğrul Özkök gitti

Hürriyet gazetesinin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez patronu Ertuğrul Özkök ani bir operasyonla görevinden alındı. Uzun süredir konuşulan ama bir türlü gerçekleşmeyen değişim yeni yılla start aldı. Ertuğrul en sonunda Doğan ailesini de krize soktu. Vuslat Hanım Ertuğrul'a bye bye dedi. Yerine kısmen ılıman, gazetecilik yapmaya çalışan Enis Berberoğlu geldi. Hürriyet Gazetesinin anakara Temsilciliği yeni genel yayın yönetmenini çıkarttı. Peki Ertuğrul Özkök kimdi , biraz bu konuya  girelim.
Ertuğrul Özkök 1947 yılında doğan Özkök, Siyasal mezunudur. TRT'de çalıştıktan sonra Fransa'da doktora yapıyor. Hacettepe'de öğretim üyeliği ve Hürriyet gazetesi.
Kısaca bu şekilde özetlenebilir hayatı. Ancak bazı ayrıntılar  Özkök'ü gizemli kılıyor. Örneğin Fransa'da sosyalist öğrenciler arasında liderlik yapması, Türk devletinin bursu ile okuması. Orada yaptığı bir tür istihbarat faliyeti olduğuna dair teori Fehmi koru tarafından dillendirilir (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=25.12.2007&y=TahaKivanc). Hatta Özdemir İnce ile kankiliği Fransa günlerinden kalmadır.
Devletin bir evladıdır Ertuğrul Özkök ama derin devletin. Hacettepe'de çalışmaya başlar.Yanına yaklaşılmayan kasıntı tavırları öğrenciler tarafından sevilmez. Öğrenci ile sıcak ilişki kuran birisi değildir. nerden mi biliyorum?
1980'lerde Hacettepe'de okuyan bir yakınım anlatırdı. Özkök 80 darbesini çok sever. Darbe olduktan sonra Ecevit'le darbe karşıtı anılan Arayış dergisini çıkardı. Kendi yazdığı bir yazıdan dolayı Nahit Duru  2 ay 15 gün hapis bile yattı (http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=138997) Ertuğrul ise Hacettepe İşletme bölümünde hocalığa devam etti. Oysa o devirde askeri yönetim tuttuğunu ya asıyor ya görevinden alıyordu. Hacettepe'de çalışan Ertuğrul Özkök'e hiçbirşey olmadı. Gizli bir el kendisini koruyordu.

Darbe sonrası Özal iktidara geldi. Derin devlet şok oldu. Turgut Sunalp tasfiye oldu. Özal değişimi başlattı. Orhan Birgit'in Erol Simavi'ye önermesi ile yayın danışmanı oldu. hürriyet'in Ankara ve Moskova temsilciliğini yaptı. Ani bir kararla Erol simavi tarafından Hürriyet'in başına geçti. Yıl 1990'dı. 1986'da doçent iken üniversiteyi bıraktı. 22 Mart 1990'da Genel Yayın Yönetmeni olmuştu. Erol Simavi Özal'a suikast sonrası İsviçre'ye kaçar.
Gazeteyi satmak zorunda kalır. İlk önce Erol Aksoy sonra Aydın Doğan alır. Patronların önemi yoktur. Gazetenin asıl sahibi Nuriye Akman'a söyleşide açıkça belirten aydın Doğan'ın dediği gibi "Hürriyet  Devlet gazetesidir"(http://arsiv.zaman.com.tr/2002/09/10/roportaj/default.htm)  Tabiiki derin devletin.

Ertuğrul Özkök Özal ile ilişkilerini hep iyi tuttu. Özgürlükçü tavırlar içinde gözüktü. Gazeteyi hafifleştirdi. arka sayfa fotoğraflarını öne çıkardı. Life style, laylaylom, kültür sanat gibi haberler gerçek gündemin önüne geçti. Asıl konuşulması gereken konular geri planda kaldı hep. Oktay ekşi başyazar, Emin Çölaşan da değişmez olarak 5. sayfadaki yerinde kaldı. Mehmet Altan'ın katılacağı ve 2. Cumhuriyeti anlatacağı bir program günü gazetede bu akşam 2. cumhuriyet konuşulacak. mutlaka izleyin tavsiyesin de bile bulundu.

1993 yılı geldi.  Derin devlet düğmeye bastı. Özal, Eşref bitlis, Uğur Mumcu öldürüldü. ortalık karıştı. Ertuğrul yükselen trendi yakaladı. Türkiye Türklerindir. 90'lı yıllara damgasını vurmaya hazırdı. Gerekli iktidar gücü arkasındaydı. Siyasetçiler onun oyuncağı olacaktı. "Leydinin ayak sesleri" ile Çiller'i karşıladı. sabah gazetesi ile sıkı bir promosyon savaşına girdi. Askeri her zaman kucakladı. ülke tehdit altında propagandasına gazetesini açtı. "strategy of tension"  Hürriyet gazetesinde hayat buldu. Çarpıcı başlıklar, provokasyon haberleri. Hürriyet her daim seçimlerle ve krizlerle geçen o yıllarda koalisyon hükümetlerinden yana oldu. Tek partinin iktidar olmasını önelemk için her türlü numarayı yaptı. Ama beklenmedi bir olay oldu. 1996 yılında Erbakan'ın partisi Refah seçimlerde en fazla oyu aldı. Erbakan Çilleri'in DYP'si ile koalisyon yapınca, sarışın güzel kadın birden bire yeni düşman oldu.

Startegy of tension. alarm alarm.Ülke şeriata gidiyor. Harekete geçin. ama bu harekete geçirme eylemi nasıl olacaktı? Susurluk kazası sonrası ülkedeki derin yapılanma en büyük firesini verdi. Kanıtlar çok sağlamdı. Bir emniyet müdürü, bir aranan eski Gladio'cu, bir aşiret reisi ve milletvekili aynı arabadaydı. Skandal tüm Türkieyeyi sarsmıştı. Herkes temzlik istiyor, bu yapının ayrıntılarının ortaya çıkartılıp pisliğin temizlenmesini bekliyordu. bu amaçla hükümeti sıkıştırmak için bir dakika karanlık eylemi başladı. Herkes akşam 21:00 sıralarında evinin ışıklarını söndürüyor devlete bir mesaj vermeye çalışıyordu. 1 Şubat 1997 idi.

Ancak 31 Aralık 1996'da Sincan'da Kudüs Gecesi adıyla bir organizasyon yapılmış, İsrail zulmü protesto edilmişti. organizasyon Refah partili belediye tarafından yapılmış olup İran'ın ankara Büyükelçisi de teşrif etmişti. Ne olduysa ondan sonra oldu. Hürriyet bu gösteri sırasında İsrail askerlerine karşı direnişi sembolize eden Filistinlileri oynayanları şeriat isteyenler olarak halka lanse etmişti. Bu işin arkasında derin devlet baş provakatör olarak ise Ertuğrul Özkök vardı. Halka tam gaz şerat geliyor dikkat et propagondası başlatarak,  "aydınlık için 1 dakika karanlık" eylemini şeriata karşı hükümeti indirme haraeketine sokmayı başardı. 4 Şubat 1997 tanklar Sincan'dan geçti. Çevik Bir, Güven Erkaya, İsmail Hakkı Karadayı  Siyonist cuntayı oluşturmuş, İsrail'i tehdit etmeye başlayan Refah  Partsi DYP koalisyonun ipini çekme kararı alınmıştı.

Refah Partisi devletin parasını tek bir havuzda toplayarak neyin nerelere akıtıldığını kontrol etmeye çalışmış, Avrupa'dan bedelsiz otomobil ithalatına izin vererek Koç grubu'nu zor duruma sokmuştu. koç ailesi aydın Doğan'ın arkasındaki güç olarak bu hükümet darbesi operasyonuna yeşil ışık yakmıştı. İşler o dakika sonrası çığrından çıktı. 1 Şubat 1997 ile Kasım 2002 tarihleri arası Türkiye birileri tarafından soyulup soğana çevrildi. Ertuğrul özkök bu zaman diliminde semirdi serpildi.

28 Şubat 1997 tarihinde olan Milli Güvenlik toplantısına giden süreçte Hürriyet ve Sabah gazeteleri el ele verip ülkeyi ateşe atmışlardı. Hergün sürmanşette bir şeriat haberi veriliyor, nefret ile bezenmiş yazılar gazeteyi boydan boya kaplıyordu. Gazeteyi okuyanın içini derin bir iç karartısı kaplıyordu. Spor sayfası bile neredeyse şeriat haberleri içerecekti. 28 Şubat 1997 günü olan MGK'da asker Erbakan'ı tasfiye etmeye ant içmiş buna uygun ortam ise medya tarafından hazır hale getirilecekti. Bu süreçte Ertuğrul Özkök batı Çalışma Grubu tabir edilen TSK içindeki Neo-Israil terör grubunun yayın organı haline gelmişti. Ertuğrul Özkök yine başarmıştı.
Erbakan tarihin en uzun MGK'sında askerlerin hakaretlerine maruz kalmış, Hürriyet gazetesinin kanıt olarak sunulduğu haberlere sesini çıkartamamıştı. Askerler istedikleri maddeleri Erbakan'a imzalatmayı başarmışlar, ülkeyi resmen İsrail'in uydusu haline getirmişlerdi. Erbakan şeriat tehlikesini bu belgeyi imzalayarak kabul ediyor ve gerekli önlemleri alacağını tahahhüd ediyordu. Süleyman Demirel keyifliydi. işler darbesiz olmuştu. İTÜ'den beri hiç sevmediği Erbakan İsrail-amerikan projesi ile etkisiz hale gelmişti. İpler askerin elindeydi.
Herşey resmiyet kazanmıştı. Batı Çalışma Grubu legalize olmuştu. Yargı mensupları, bürokratlar ve gazeteciler herkesin gözü önünde brifingler alıyor askerin önünde el pençe divan duruyordu. Ülkede 1973 Şili'nin başkenti Santiago'nun kokusu vardı. Ertuğrul Özkök ile türban tehlikesi ülke gündemine oturdu. Üniversitede başörtüleri okuyan kendilerini yetiştiren varoşlardan, köylerden, knetlerden gelen kızlar birden bire şeriatın temsilcileri ve rejimin tehlikesi haline gelmişlerdi. bu kızlar üniversiteyi bitirdikten sonra laik cumhuriyeti yok etmek için canla başla çalışan birer terorist olacak ve ülkeyi İran'a çevireceklerdi. Ülke İran İslam devrimine doğru gidiyordu. En temel göstergesi türbanlı öğrenci sayısındaki artıştı.
Diğer bir tehlike ise Fethullah Gülen organziation'dı. Fethullah Gülen'in dershanelerinden ve okullarından yetişen çocuklar art arda başarılar gösteriyor basının ve TSK'nın dikkatini çekiyordu. ÖYS'yi kazananlar hep onlardan çıkıyordu. Durdurulması lazımdı. Nasıl yapılabilirdi? Tabii ki ülkede bulunan şeriat tehlikesinin bir diiğer ayağı olarak Fethullah Gülen gösterilerek. Hürriyet Gazetesi dört bir yandan mütedeyyin insanlara saldırmaya başlamıştı. Ülkede bir cadı avı başladı. Muhafazakar işadamları fişleniyor, Fethullah Gülen'in dershanelerine gidenler şeriatçılıkla suçlanıyor, ülke kamplaşmaya başlıyordu. YÖK inanılmaz bir karar alarak imam hatiplere üniversite kapısını kapatan illegal katsayı kararını aldı. meslek liseleri ve imam hatip öğrencileri kaybeden olmuşlardı. Zor durumda kalan bu öğrenciler hayatların geri kalan döneminde bu kararı alanları ve aldıranları unutmadılar. İntikamları 2007 yılında acı oldu. Ancak sokağa çıkıp eylem yapmak dışında kendilerinden birileri tarafından beklenen silahlı eylemlere başvurmadılar. Halbuki onlardan beklenen silahlanarak mücadele etmeleriydi. Bu şekilde muhafazakar kesim tamamen yok edilebilirdi. Bu proje gerçekleşmedi. Protesto kitlesel eylemler ile sınırlı kaldı.

Durup duruken ülkeyi cehennem kazanına çevirmeyi başarmıştı pop sosyolog. Yaptığı toplum mühendisliği işini çok sevmişti. Ülke gündemini belirliyor, kendi istediği doğrultuda hareket ettiriyordu. Attığı manşetler diğer gazeteler tarafından da provakatif haberler yapmakta kullanılıyor, doğan grubunun televizyonları Fatih Altaylı, Tuncay Özkan, Uğur Dündar ile koordineli şekilde TSK içindeki cunta ve Neo-İsrail projesini rahatlıkla uyguluyordu. Gün geçmesin yeni bir kriz kopmasın yeni bir skandal patlamasın. Aczmendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı haberleri ülkenin kaynakları hortumlanırken konuşulan halk tarafından konular haline gelmişti. Ertuğrul manipulasyon işinde ustalaşıyordu. Haziran'da Erbakan istifa edip yerine Çiller'i getirmeye çalışmış ancak Mesut Yılmaz'ı Süleyman Demirel'in hükemti kurma görevi verilmesi Ertuğrul Özkök'ün patronunun servetini katlaması sürecini açmıştı.
Koalisyon hükümetleri başlamıştı. Mesut Yılmaz topal ördekti. ANAP-DSP-DTP koalisyonu arkasındaki derin devletin oyuncağıydı.
Çevik Bir ve arkadaşları basında kendilerini eleştirenlerin ocağına incir ağacı dikmek için Sırrı Sakık'ın itirafnamesi gibi gözüken bir sahte kağıdı Genel Yayın Yönetmenlerine gönderdiler. Bölücü ve vatan haini oldukları iddia edilen kişiler : Nazlı Ilıcak, Mehmet altan, Cengiz Çandar ve mehmet Ali Birand gibi ünlü gazetecilerdi. Oktay Ekşi "alçakları tanıyalım" başyazısını yazdı. Tarih 25 Nisan 1998'di. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-15759&yazarid=1. Türk basın tarihindeki utanç anlarından biriydi. İfşa edilen gazetecilerin can güvenlikleri kalmamıştı. Hürriyet gazetesinin demokrat, özgürlükçü, insan haklarına saygılı karınca ezmez genel yayın yönetmeni emri yerine getirmiş. General rütbesine yükselmişti.

22 Ekim 1998'de Güneş Taner ve Ertuğrul Özkök  görüşmesi dinlemeye takılmıştı. Ortalığa bu kaset bomba etkisi gibi düştü. Ertuğrul  kendi  bile adını bilmediği bir karton fabrikası için teşvik istiyor, baknı sıkıştırıyordu. yaptıkları muhabbet doğan grubunun hükümeti nasıl oyuncağı hale getirdiğinin en güzel ispatıydı.
22.10.1998 GÜNEŞ TANER-ERTUĞRUL ÖZKÖK 
                      Özkök: Sen şey de mi, şeyden mi dinliyorsun beni açıktan mı? 
                      Taner: Hı, tabii alayım. Ha şimdi söyle. 
                      Özkök: Ya şimdi Güneş biz biliyorsun bir tane karton fabrikası
                      kuruyoruz Kocaeli’nde, ondan sonra ee..size bir teşvik başvurumuz var.
                      Taner: Tamam.
                      Özkök: 50 milyon dolara kadar teşvik veriyorsunuz, şey pardon 50
                      milyon dolar en az olacak. Bizimki 130 milyon dolarlık falan bir teşvik...
                      Taner: Eee, veririz.
                      Özkök: Senin masanda duruyormuş bu.
                      Taner: Yoo, daha bana gelmedi.
                      Özkök: Gelmiş sana, öyle dediler bana.
                      Taner: Dur bakayım bana gelmedi ama şimdi sordururuz söyle bakim
                      isim ver.
                      Özkök: Meyta.
                      Taner: Meyta mı?
                      Özkök: Meyta galiba, evet Meyta mı Meyfa mı öyle bir şey karton
                      fabrikası. 
                      Taner: Bana teşvik uygulama genel müdürünü bağlar mısın? Ha sen
                      söyle bana ben öbür. telefonla istettim.
                      Özkök: Bir sor bakalım bir öğren yahu?
                      Taner: Ben şimdi öğreneyim de ne olduğunu durumun.
                      Taner: Dur bir dakka... Alo ya bir şey sorucam sana, bu şeyle ilgili bir
                      teşvik bizde bekliyor mu? Meyta diye karton fabrikası... Korkmaz Yiğit
                      mi, hayır Milliyet grubunun değil ya, bu şeyin Meyta da bu şeyin Aydın
                      Doğan’ın tamam...
                      Taner: Bu nedir tık tık sesleri benim söylediklerimi teybe mi
                      kaydediyorsun?
                      Özkök: Bu benim şey ya şey telefonla konuşuyorum ben hayatımda hiç
                      kimseyi banda almadım kimseye yapmadım, sana mı yapacağım. Afitap
                      bak bakan şüpheleniyor banda alıyorum diye. Herkes kasete aldığı için
                      bunu başka telefona aktarabilir misin...
                      ....
                      Taner: Dışarıda eğer sıkıntımız olmasa ben içeride şeyi temizleyeceğim.
                      Yani benim sıkıntım dışarıdan kaynaklanıyor. Dışarıdan alamadığım için
                      şey yapıyorum. Bir tarafta onlar, bir tarafta seçim, bir tarafta şey Türk
                      Ticaret Bankası, nedir ulan bu başımıza gelenler.
                      Özkök: Hakikaten ya bu Türk Ticaret Bankası olayı... Bu gazete.. yine
                      biz şey yapıyor bir tarafa.
                      Taner: Hı...
                      Özkök: Yazıyoruz abicim.
                      Taner: Yazmanız lazım çünkü yarın siz de çok zor durumda kalırsınız ya.
                      Özkök: Evet.
                      Taner: Mehmet Emin’le görüşmüş seninki.
                      Özkök: Evet görüştü, görüştü.
                      Taner: Ondan sonra tekrar görüşecekler herhalde.
                      Özkök: Onun havası ne?
                      Taner: Ben şey yaptım ona dedim ki yahu yap bu işi...
                      ....
                      Özkök: Doğru, doğru. Peki yahu Güneş, verin artık bunu satış falan
                      verin bunu ya.
                      Taner: Ya vericez de şimdi devletin yani şimdi.
                      Özkök: Abi, devlet ilk defa mı kağıt verecek Allah aşkına yapmayın bu
                      yahu.
                      Taner: Ya mesele o değil, bütün mesele şimdi sorumluluk meselesi var.
                      Kimin ne sorumluluğu, şimdi bunun içersinde bunun ne kadarı bana ait,
                      ne kadarı başbakanın sorumluluğunda belli değil ki. Yani şimdi ben
                      kalkıp da emniyetin çok gizli diye Merkez Bankası’na yazdığı ve
                      Merkez Bankası Başkanı’nın bana göstermediği dokümanı ben nasıl
                      vereyim ki.
                      Özkök: Ne olacak abicim, sen kendini koruyacaksın ya...
                      Taner: Hayır, ne olacak değil, yani yahu tamam ben kendimi
                      koruyacağım ama bir de devletin şeyi var yahu çalışma yöntemi var,
                      boku var, püsürü var ya.
                      Taner: Şimdi biz biliyoruz ki, herkes biliyor ki böyle bir yazı yazılmış ve
                      bu yazıdan bizim haberimiz yok. Benim bu yazıdan dün haberim oldu.
                      Özkök: Ben seni orada yazıyım mı peki bunu.
                      Taner: Yazma. Yani bir numara çekme, çünkü olduğu takdirde bir sürü
                      şeyin içersine şey olur yani habercilik açısından senin işine yarar da
                      benim işime yaramaz.Taner: Yani bunu alacağın yer Başbakan. Senin
                      başbakanı yakalayıp, alman lazım. Gelsene Ankara’ya.
                      Özkök: Bugün mü? Abi dün oradaydım ben.
                      Taner: Niye haber vermedin, ben akşam Zafer’i başbakana götürdüm.
                      Geldiğin zaman beni niye aramıyorsun. Ben sana dedim ya sen beni boş
                      veriyorsun diye. Oğlum bak biz bu işlere katılmadık ha korkma benden.
                      Özkök: Yahu ne korkucam senden bırak Allah aşkına yahu. Benim
                      başka işim vardı dün akşam.
                      Taner: Bilmiyorum tabii, ne işin vardı ama?
                      Özkök: Hı hı..tahmin ettiğin işim vardı.
                      ....
                      Taner: Söyleyemem oğlum söyleyemem yapamam. Yani biliyorsun ne
                      onunkini sana ne de seninkini ona söyleyemem onun için gel buraya,
                      kendin başbakana gel.
                      Özkök: Telefonlara bile çıkmıyor artık adam.
                      Taner: Kim?
                      Özkök: Mesut.
                      Taner: İşte böyle zamanda arayı şey yap.
                      Özkök: Arayı ne yapalım ben kardeşim çıkmıyor bile telefonuma yahu...
                      Taner: Sen de telefonla uzaktan idare etmeye çalışıyorsun.
                      Özkök: Bugün onun ağzından manşet yaptım, daha ne yapayım.
                      ....
                      Taner: Yani senin buradaki Sedat’ın yapacağı işler değil bunlar.
                      Özkök: Ben yarın Paris’e gidiyorum.
                      Taner: Vay adi herif vay...
                      Özkök: Yok abicim senin başbakanın bana etmediği hakareti
                      bırakmadı.
                      Taner: Benim başbakanım oldu şimdi.
                      Özkök: Ulan yine ben koruyorum, hâlâ da ben koruyorum. Röportaj
                      gibi gideceksin ana avrat iyice bir kavga edeceksin ondan sonra tekrar
                      iyi adam olacaksın.
                      Taner: Ankara’da her şey önemli bugünler bu saatlerde.
                      Özkök: Ben bunu kafaya yedikten sonra hiçbir şeyi yok. İftira atıyor,
                      bana kalleş diyor. Atsın ne yapalım. Biz de öğrendik artık kavga ederiz
                      onunla bir güzelcene ondan sonra barışırız biz de iyi adam oluruz ondan
                      sonra bizi de şey yaparlar.
                      Taner: Sizin aranızdaki ilişkiye karışmam.
                      Özkök: Öyle işte karışmazsın ya.
                      Taner: Şarapları sana verirken bana mı verdi şarapları getirdi.
                      ....
                      Taner: Valla ipucu falan veremem. Gel diyorum sana sen dinle beni, atla
                      uçağa gel ne işin var?
                      Özkök: Yarın sabah 8 uçağıyla şeye gidiyorum Paris’e. Rahmi Bey’in
                      davetlisi olarak gidicem.
                      Taner: Ulan çok mu önemli Rahmi Koç’un davetlisi olmak?
                      Özkök: Önemli abicim önemli. 



Bir diğer takılan görüşme Meral Akşener tarafından deşifre edildi. Ertuğrul Özkök Sedat Ergin konuşması:
                      S. Ergin: Yüce Divan’a gitmesine gerek yoktu diye 12’ye 2. DSP de
                      şeye katılmış maalesef.
                      E. Özkök: Oh oh.
                      S. Ergin: Şimdi öbür tur oluyor, şimdi öbürü oylanıyor.
                      E. Özkök: Bi de Mesut’u gönderiyorlar mı sen gör o zaman.
                      S. Ergin: Peki niye o zaman bu kadar yıl Tansu Çiller’in mal varlığını şey
                      yaptık yani anlamadım.
                      E. Özkök: Dün dündür bugün bugün.
                      S. Ergin: Biraz fazla yormuşuz kendimizi gereksiz açıkçası.
                      E. Özkök: Boş ver boş ver.
                      S. Ergin: Of...tamam haydi eyvallah.

Gazetecilik haricindeki herşey ile uğraşan bir genel yayın yönetmeni. Yıl 2010  ve karton fabrikası hala  ortalıkta yok. Çok garip..
Hükümet gensoru ile düşürülmüş, Refah Partisi anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı. Deliller arasınfda hürriyet gazetesi başta olmak üzere Doğan Grubu kaynaklı yayınlar önemli yer tutmaktaydı.
Hükümet düşünce azınlık hükümeti kuruldu. Ecevit başbakan oldu. 1999 başlarında yapılan bu operasyonla Doğan grubu asıl iktidar görüntüsündeydi. Aydın Doğan en keyifli günlerini yaşıyordu. Abdullah Öcalan yakalandı. Ülkede seçimler ve DSP sürpriz yaparak birinci parti oldu. ANAP-DSP-MHP iktidarı başladı. Hüsamettin özkan ve Mesut yılmaz Aydın Doğan ile ilişkileri iyiydi. MHP ise kötü çocuktu. Bahçeli gruba yüz vermiyordu.

Bu dönemde Ahmet kaya olayı patladı. 20 Temmuz 1999'da hürrüyet gazetesi Ahmet Kaya'yı hedef gösteren efsane manşeti attı. "Vay Şerefsiz". Magazin gazeteceileri gecesinde Kürtçe klip çekeceğini açıklayan ahmet Kaya Hürriyet gazetesi tarafından ipe çekildi. Ahmet Kaya ülkeyi terketti.Paris'e yerleşti ve orada vefat etti. Ertuğrul Özkök ise liberal, özgürlükçü, insan haklarına saygılı genel yayın yöentmeni özelliğini korudu. O günkü manşeti görmek isteyenler: http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/07/20/hurriyet.asp. (Manşetteki  Merve Kavakçı haberine de dikkat çekerim). Tam bir tetikçi gazete olmuştu Hürriyet. Lümpen kitleye hedef gösterilen Ahmet Kaya Paris'te yatmaktadır.

DSP-MHP-ANAP koalisyonu sırasında işler bir süre sonra istenildiği gibi gitmemeye başladı. Büyük deprem 17 Ağustos 1999 yılında ülkeyi büyük krize soktu. Gölcük'de Deniz kuvvetleri komutanlığı tesislerine çok yakın yerde merkez üssü olan deprem  muhafazakar kesim tarafından ilahi intikam olarak nitelendirilmiştir. Kocaeli, Gölcük ve Yalova darmaduman olmuştu. O her zaman kudisyeti vurgulanan devlet ne yapacağını bilememiş ve büyük bir itibar kaybına uğramıştı.Demirel sayesinde tahtını koruyan efsane Kızılay genel müdürü
Kemal Demir halk tarafından gönderildi. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/10/07/148349.asp ve http://www.nuriyeakman.net/node/1143. 33.derece mason olan ve mason kardeşi Süleyman Demirel ile bu koltuğa oturan Kemal demir devletin simgesi olmuştu. Otelde kalıp  günde 2 adet Monte Kristo  purosu içen Kemal Demir ile halkın devletle yüzleşmesi başladı. Birileri devleti yiyordu. bu biliniyordu. Ama  iktidarlarını korumayı her devirde başarıyorlardı.

2001 yılına gelinmişti. Ülke 2000 yılında IMF programını uygulamış, döviz baskılanmış, yapay bir dezenflasyon dönemi yaşanmıştı. Devlet bankaları ise üçkağıtçı işadamlarına satılmış, buradan elde edilen paralar özelleştirme gelirleri diye halka yansıtılmış, bankaların yönetim kurullarına ise 28 Şubatçı generaller yerleşmişti. Bankaları satan alanlar içini boşaltmaya koyuldu. 2001'de meşhur MGK'da Anayasa krizi patladı.  ecevit yaşlıydı. Zor ayakta duruyor. İşler Hüsamettin Özkan tarafından yürütülüyordu. IMF  başkan Yardımcısı stanley Fischer türkieyye geldi. Haizne kağıtları korkunç değer kaybetmişti. Birçok banka zor durumdaydı. Döviz'in baskılanması durduruldu. Serbest bırakıldı. Bu haberi Doğan grubu önceden haber alarak büyük vurgunu patlattı. 1 gecede muhteşem  karlar yapıldı.

Saturday, December 19, 2009

Markar Eseyan- Bizi saran melankoli; provokasyonlar...

Artık bu durumu ezberlemiş olmak gerekir diye düşünüyorum. 

Yani, Güneydoğu’da yaşanan savaşın sona ermesi için atılan her ciddi adım arifesinde yaşanan ve hepimizin ağzına pelesenk olan şu “provokasyon”lardan bahsediyorum. 

1994 mayısında 33 askerin PKK tarafından öldürülmesi, ardından 1996 yılında Güçlükonak’ta 11 köylünün taranıp yakıldığı ve örneklerini çok daha arttırabileceğimiz, hep de barış hazırlıklarının yapıldığı dönemlere denk gelen şaibeli, acı hadiseler... 

Bingöl’de öldürülen 33 asker hadisesi ve Reşadiye saldırısı bugün Başbakan ve bakanlar tarafından kuşkulu bulunuyor. Ergenekon savcıları bu iddiaları incelemek üzere soruşturma başlatıyor. Katliamdan sağ kurtulan askerler dinleniyor. Güçlükonak katliamı ise Aktüel’in dönemin insan haklarından sorumlu bakanı Adnan Ekmen’le yaptığı röportaj ve sonrasında Taraf’ın bu haberi büyütmesinin ardından Diyarbakır Başsavcılığı’nın bir ihbar mektubunu da ciddiye alarak açtığı yeni soruşturmanın konusu olmuştu hatırlarsanız. 

Bir “cold case” vakası daha raftan inmişti anlayacağınız... 

2002 seçimlerini kazanması ile birlikte vesayete ve kızıl elma koalisyonuna karşı meşruiyetini sağlama almak isteyen AKP, AB üyeliği çıpasına sıkı sıkı sarılmış, rüyamızda görsek inanamayacağımız reformları arka arkaya Meclis’ten geçirip, mümkün olduğu kadar da uygulamaya koymuştu. 

Reformlarla birlikte siyasi ve ideolojik iktidar arasında süren çatışma iyice sertleşmişti. O sıra Agos’ta Dar Kapı isimli köşemde sık sık yazıyordum; çünkü korkuyordum. AKP kırmızıçizgileri aştıkça, derin iktidarın ideolojik fay hattına yüklenen enerjinin uğursuz bir biçimde açığa çıkacağını biliyordum çünkü. 

Nitekim... 

Önce 5 Şubat 2006’da Rahip Santoro’yu 16 yaşında bir çocuğa öldürttüler. Hemen ardından 17 Mayıs 2006’da ise Alparslan Arslan Danıştay’ı basıp İkinci Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü, dört üyeyi ise yaraladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, saldırının Danıştay’a değil, laik cumhuriyete yapıldığını söyledi. 

Özbilgin’in cenaze töreni AKP karşıtı bir kalkışmaya dönüştü. 

Sonrasını biliyorsunuz: Danıştay Davası Ergenekon’la birleşti. Olayın Ergenekoncular tarafından hükümeti yıkmak üzere tertiplendiği iddiaları bugün bu davanın ana konusu haline geldi. 

Ben ise bu cinayetlerle de yetinmeyeceklerini biliyordum ve pek çokları gibi yazıyordum da bunu. Çünkü AKP hâlâ iktidardaydı ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyordu. Hükümet de olası “provokasyon” risklerini görüyor olmalıydı. Çünkü MİT, Kasım 2003’te Ergenekon örgütünün varlığı, amaçları ve yönetim şemasını içeren raporu Başbakanlığa göndermişti. Hani Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe planlarının hazırlandığı zamanlardı onlar... 

Nitekim 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i, Agos’un önünde 18 yaşını doldurmamış bir tetikçiye –henüz bu bile kesin değil- vurdurdular. Birkaç ay sonra Malatya’da üç misyoneri koyun gibi boğazlayanlar da genç çocuklardı. Kafes planındaki gibi, tüm bu eylemler Müslümanların sırtına yüklenecek, ülke istikrarsızlaştırılacak, AB üyelik süreci tavsayacak, AKP de iktidarı, ama darbe, olmadı siyaseten yıpranarak kaybedecekti. 

Perde arkasında nasıl bir mücadele dönüyor bilemem ama, eğer adalet galip gelirse, Santoro, Dink ve Malatya “provokasyonlarının” da Ergenekon Davası’yla birleştiğine tanık olacağız. Tekrar ediyorum, eğer adalet, akıl ve vicdan galip gelirse, Ergenekon davasında, bir cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkeyi sahnenin gerisinden yöneten İttihatçı zihniyetin sanık sırasında oturduğunu göreceksiniz. Bu dava ile belki de cumhuriyet tarihinin bütün “provokasyonlarının” müsebbiplerinin açığa çıkması söz konusu olabilecek. Zor bir ihtimal belki, ama olabilecek. 

Ya da, bir aşiretler, cinayetler ve adaletsizlikler ülkesinde, kendini tüketen bir vahşet sarmalında tükenip gideceğiz. 

Demem o ki, biz şu provokasyonlar konusunda şerbetliyiz. Bir cinayetin veya adaletsizliğin provokasyon olması için tek bir merkezden planlanıp uygulanması gerekli de değil. Kürt açılımı günlerinde ülkenin her bölgesinde yaşanan saldırı ve cinayetler, zaten kendisi bir canlı bomba haline gelmiş bu zihniyetin üfürdüğü bir iklimin ürünü çünkü. 

O zaman, madem bir “provokasyonlar” cehenneminde yaşıyoruz, her seferinde şaşırıp duralamak yerine, tüm gücümüzle barıştan yana harekete geçsek ya! 

Evet, Muş’taki keleşli cinayetler de provokasyon! Hepsi de provokasyon bunların! Bitiyor mu bunu bilince işimiz? Sen ne gerekiyorsa onu yap, yoluna daha güçlü bir biçimde, kararlılıkla devam et! 

Lafım AKP ve DTP’ye ve hepimize tabii. Eğer bu provokasyonlar siyasete galip gelirse, barışı da, refahı da henüz hak etmiyoruz demektir. Barışa hazır değiliz demektir. 

Kural şu: Savaş istiyor savaşıyorsunuz, barış istiyor barışıyorsunuz. Provokasyon lafları filan hep bahane. Tüm bu çabalar bisiklete binmeye benziyor; marjinal ivmenin altına düştüğünüzde, yani pedalı hareket etmek için gerekli güçle çevirmediğinizde, poponuzun üstüne düşersiniz. 

Hatırlatıyorum, savaş istiyor, savaşıyor, barış istiyor, barışıyorsunuz. 

O kadar!



http://taraf.com.tr/makale/9068.htm

Ahmet Altan -Apo ve barış

İnsanlar basit gerçekleri unutuyorlar. 

Bu ülkeyle ilgili basit bir gerçek söyleyeyim size, Türkiye’de “otuz yaşın altında” kırk milyon genç yaşıyor. 

Söylediğim bu “basit” gerçek belki bizi Avrupa’nın “en genç” ülkesi yapıyor ama aynı zamanda “belaya” da en açık ülkesi yapıyor. 

Kırk milyon gencin çok büyük çoğunluğunun bir mesleği yok. 

“Sen kimsin” diye sorulduğunda bu çocuklar “tesisatçıyım, mimarım, mühendisim, duvar ustasıyım” diye cevap veremiyorlar, kim olduklarını anlatmak için “dinlerini ya da ırklarını” söylemek zorundalar. 

Bir meslek sahibi değilsen bir ırk sahibi olmak zorundasın çünkü. 

Aslında eski işlerin, eski mesleklerin kaybolduğu, yeni mesleklerin ortaya çıktığı, işsizliğin çok arttığı “kürselleşme” döneminde dünyanın birçok yerinde “ırkçı” partilerin artmasının önemli nedenlerinden biri de belki bu. 

Mesleksiz insanlar, genellikle entelektüel bir derinlikten de yoksun olduklarından, ırkçılığın ve faşizmin katarına atlamak mecburiyetinde kalırlar. 

Bir de yirmi beş yıl sürmüş “ırk savaşı” varsa, birikmiş öfkelerle “ırkçı” hale gelmek bu mesleksiz genç insanlar için çok kolaydır. 

Hiç unutmayın ki insanoğlunun temel zaaflarından biri “var olduğunu” sürekli olarak kanıtlama zorunluluğu hissetmesidir. 

Bu “büyük zaaf”, bu “kendini kanıtlama” arzusu, bir yandan insanları bir şeyler yapmaya, bir şeyler icat etmeye, bir şeyle bulmaya zorlayarak insanlığın ilerlemesini sağlar, bir yandan da bir şey yapamayanları “hastalandırıp” onları birer ırk ya da din fanatiğine çevirir. 

Başarımız ve hastalığımız aynı kökten yeşerir. 

Biz, “kürselleşmenin” getirdiği zorluklardan önce de Çetin Altan’ın hep söylediği gibi mesleksiz bir toplumduk. 

Var olduğunu kanıtlama isteği ile mesleksizliğin çatıştığı noktalarda hastalandı insanlar. 

Bu hastalık, savaşla birlikte daha da ateşlendi. 

Barış ihtimali ortaya çıktıktan sonra yaşadıklarımızı bir düşünün, İzmir’i, Çanakkale’yi, Diyarbakır’ı, Dolapdere’yi bir düşünün. 

Neredeyse barışa karşı bir isyan vardı. 

Çünkü barış geldiğinde milyonlarca genç, varlıklarını “ırklarının ya da dinlerinin” dışında bir nitelemeyle tarif etmek zorunda kalacaklardı ve varlıklarını belirleyecek bir meslekleri yoktu. 

Böyle mesleksiz bir kalabalıkla biz hep belanın kenarında yaşarken, iç savaş insanlara “bir ırk” verdi, barış bu “ırk” vurgusunu geri almaya kalktı. 

Barışla birlikte hayat güvenceleri olacaktı ama o güvenli hayatın içinde “varlıklarını” hissedemeyeceklerdi. 

Türk ve Kürt gençleri neredeyse birlikte barışı lanetlediler. 

O çocukları yatıştırması gerekenler, onlara “var olabilecekleri”, meslek edinebilecekleri bir hayat vaat etmesi gerekenler ise onların zaaflarını kullanarak bu çocukları ölüme yönlendirdiler. 

Çünkü bu gençler, kendilerini “yok” hissedecekleri hayatı yaşayacaklarına, kendilerini “var” hissedebilecekleri bir ölüm yoluna çıkmayı tercih ediyorlardı. 

CHP ile MHP, Türk gençlerini savaşa ve ölüme doğru kışkırttı. 

AKP, önerdiği barışa tam sahip çıkıp gereklerini süratle yerine getiremeyerek ortada kaldı. 

DTP durdu. 

PKK ise sokak eylemleriyle ve Reşadiye baskınıyla Kürt gençlerini ölüme sürdü. 

Çeşitli yerlerde küçük çapta iç savaş görüntüleri yaşandı. 

Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla “barış” için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi. 

Dün Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamalarla, birçok insanın “öldü” dediği “barış açılımına” can verdi, DTP’lilerin Meclis’e dönmesi gerektiğini vurguladı, “askerlerin ve gerillaların ölmemesini istediğini” söyleyerek en azından şimdilik PKK baskınlarını durdurdu, Reşadiye’den hiç söz etmeden PKK’nın içine giren Ergenekon meselesini gündeme getirdi. 

Apo, dünkü açıklamalarıyla barışa büyük bir katkıda bulundu. 

Eğer bu çizgisini “gücünü göstermek” için değiştirmezse bu toplumun barışa kavuşmasında büyük bir rol oynar, eminim ki bu toplum da “barışa” yardım eden Apo’ya borcunu bir gün öder. 

Apo üstüne düşeni yaptı, şimdi sıra, önü açılan barışı sağlamlaştırmak için AKP’nin güçlü ve güvenilir adımlar atmasında. 

Başbakan’ın hemen Ahmet Türk’le görüşmesinin bu olumlu havaya büyük katkıları olacağına inanıyorum. 

Barış istemeyen Kürtlerle Türkler elele veriyor, bu işbirliğini bütün kışkırtıcı eylemlerde görüyoruz, “barış” isteyen Kürtlerle Türkler de elele vermeli. 

Çocuklarımıza sadece “ölümde” değil “hayatta” da var olabileceklerini kanıtlamak, onları yaşatmak ancak “barış isteyenlerin” başarabileceği bir iş. 

Üstelik barışı gerçekleştirenler, “var olduklarını” bütün ruhlarında hissedip, kim olduklarını sadece bugün yaşayanlara değil tarihe de anlatabilirler.

http://taraf.com.tr/makale/9107.htm

Monday, December 14, 2009

Kürt Ergenekon ve ‘derin’ Öcalan

Belki de bazı DTP milletvekilleri ile KCK’nın başını çekenler, gençleri eylemlere yönlendirilme konusunda Ergenekon’un kucağındaki bir ‘adi ortaklık’ gibi birlikte çalışıyor. Türk’ün; “Kürtlerin gözü kulağı İmralı’dadır, İmralı toplumsal barışın en hassas noktasıdır” anlatımı ile “Açılım burada bitmiştir” diyen Ayna’nın aynı çizgide biraraya gelmesi, acaba ortak bir yerden tehdit almalarınamı dayanıyor? Baydemir’in önderliğinde görüş açıklayan 98 belediye başkanının en az yarısı için de aynı tehdit mi söz konusu? DTP, Türkiye’deki Kürtlerin istatistiklere göre üçte birinden daha az bir oranını temsil ediyorsa, acaba tehditlerle diğer üçte iki de sindirilerek yandaş gibi mi gösteriliyor? 

En başından itibaren Kesire’nin babası, Baki Tuğ, Pilot Necati üçgeninde ‘derinlerin efendisi’ olan bir Apo gerçeği var mı? Diğer Kürt yapılanmalar yok edilirken, yalnızca PKK’nın bırakılması bir tesadüf mü? Ya da Ergenekon ile içli dışlı olan PKK’nın üst düzey yöneticilerinin durumları ne? Öcalan’ı şu anda da elinde tutanlar, ortalığı bilinçli bir biçimde, AKP’ye ve içi boş olan ‘demokratik açılım’a karşı doldurmadılar mı? İmralı’nın F tipine dönüştürülmesi ile Öcalan da el değiştirecek. Acaba Öcalan’ın, Ergenekon’un tahakküm alanından çıkacak olması, onun hamisi derin yapıyı çok mu rahatsız eder? 

DTP tabanının dışındaki Kürt nüfusu, devlete güveni hep erozyona uğratılmış olsa bile, asla bir oyuna gelmeyecek. Bütün Kürt nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturan DTP’nin tabanı da, çevrilen derin dolapları yutacak kadar saf değil. Öcalan, ‘Apo Britanica’nın bütün ciltlerinde, Kürtleri küçümseyen, aşağılayan, kendini Kürtleri kurtaracak tek lider ve bir peygamber gören tavrı sergiliyor. Yakalandığı günden beri Öcalan, derin devlet tarafından zulmedilen Kürtler için, bir kerecik bile parmağını oynattı mı acaba? 11 yıl cezaevinde kalıp, Kürtlerin en zorunlu konuları için, bir günlük açlık grevi bile yapmayan, kişisel sorunlarından başka hiçbir şey için örgütü harekete geçirmeyen, başka bir özgürlük savaşçısı lideri var mıdır acaba? 

Derin güçlerin elemanları, açıktan savaş taktikleri, gizliden tehditleri ve C(M)HP’nin bel altından vurma stratejileri ile amaçlarına ulaşamadılar ki; şimdi de “TC’ye hizmet etmeye hazırım” diyen Öcalan da, ‘derin yapı’ tarafından, şiddete başvurması için acilen kullanılıyor. O da yine her zamanki gibi, yalnızca kendi çıkarları için, PKK ve KCK’yı kullanarak eylemler yapıyor. Peki, ne için? Sakın bana heval hakları için demeyin. Yalnızca kendi menfaatleri için. Hem de onlarca gencin ölümüne bile aldırmaksızın. “Analar çok Mehmetler doğuruyor” diyenlerle; “her evden bir Kürt gencin ölüsü çıksın da, benim için mücadeleye devam edilsin” diyen Öcalan arasında bir fark var mı Tanrı aşkına? 

Öcalan’ın bu taktiğinde, Ergenekon arkadaşları, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün ötesinde, başka hangi derin yol arkadaşlarının da katkısı vardır? Bu sorunun yanıtını da, sanırım bizim Baransu’nun ortaya koyacağı, yeni bir devlet belgesi ile net bir şekilde göreceğiz. Batman, Şanlıurfa, Mardin, Bingöl, Siirt, Bitlis, Hakkâri, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Antalya’da, Kürtler ile bire bir yaptığımız görüşmeler ve anketlerden çıkan sonuçlara göre, son terör olaylarındaki amaç; 

1.
 Kürt açılımını ve AKP iktidarını C(M)HP’ye dönüştürmek; 

2.
 Kürt gençlerinin kanını, devam etmesi arzulanan kirli savaş sonucu, kişisel zenginlik ve iktidarlarına kaynak yapmak; 

3.
 Şiddetin devamı yöntemiyle kendilerinin ve bölgedeki derin yapının kalıcılığını sağlamak; 

4.
 AK Parti’nin bile bölgedeki kendi tabanının sesine kulak vermekte aciz kaldığını göstererek, ceberut devlet görevlilerinin hâlâ oralarda mesleklerine devam ettiğini Kürtlere göstererek, bölgeyi yalnızca ‘derin PKK’ ile ‘derin devlet’e bırakmak; 

5.
 Kamuoyu vicdanında, Ergenekon yapısının kutsanması ve Ergenekon’un terör eylemlerinin meşrulaştırılması için, PKK ve DTP’ye karşı, aynı onların şiddet yöntemleriyle yanıt verilmesini sağlamak; 

6.
 Kürt sorununun çözümüne yönelik AKP’nin iyi niyetine karşılık, PKK ve KCK’nın şiddet ile yanıt vermesi, Anadolu insanının; ‘Kürtler yalnızca şiddetten anlar’, sakat ve yanlış düşüncesi oluşurken, ‘derin PKK’ ve ‘derin devlet’ tarafından da bu düşünce körüklenmektedir. Kürtler, güvenilecek insani değerlere sahip devlet temsilcilerini bu bölgede neredeyse hiç görmedikleri için, sessiz kalarak, PKK’nın yanındaymış gibi algılanıyor. 

Kürt dostlarımızı gücendirmemek için; Öcalan’ı ve KCK’nin savaş çığırtkanlıklarını, Kürtlere havale ediyorum. Biliyoruz ki, Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktan memnun olmadıkça, biz de bu topraklarda huzurlu ol(a)mayacağız. Kürtler; ‘bir ağaç gibi özgür / bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamadıkça, bizim de hürriyetimiz üniformalı ve sivil devlet yöneticilerince hep baskı altında olacak. 

O zaman, alabildiğine demokratik açılım ve inadına Kürt sorununun çözümüne devam. Öncelikle de ceberut memurları devletten temizleyerek!..



http://taraf.com.tr/makale/9024.htm

DTP kapatıldı

Beklenen oldu. DTP 11 aralık tarihi itibariyle tarih oldu. Kemalist ideologlar, iktidar sahipleri toplum mühendisliği yapmaya devam ediyorlar. Bu adımın sonu da diğerlerinden farklı olmayacak. Kemalist güç odaklarının alanı daralmaya devam edecek. İktidarı elden bırakmamak istedikleri sürece bu tip adımlar atıp toplumu terorize etmeye çalışacaklar. Başarılı olamayacaklarını bile bile yapıp savaşarak iktidarı verecekler. Umarım çok kan akmaz. Kürt halkı uzun zamandır esaret altında bulunduğu devleti dize getirip istediklerini alacaktır. Fakat soru bunu aldığı zaman türk halkı ile ortaklık yapıp yeni bir anayasa ile  çoğunluğun rızasını almaya muvaffak olup olamayacağıdır. Bence başarılı olacaktır. Eğer PKK'nın Ergenekonun maşası olduğu yeni olaylarla ve ititraflarla ortaya çıktıkça bu süreç kolaylaşacaktır.
Kemalistler ise bana kalırsa PKK sempatizanı olmaya doğru adım adım ilerlemektedirler. İstedikleri terör ortamını gerçekleştirebilecek tek unsur PKK kaldı. Onunla uzlaşarak istenile ortam ve darbe gerçekleşebilir.
İttihatçılar için çareler tükenmez. Emanuel Karasu'lar da, Talat'lar da , Enver'ler de , Mustafa Kemal'ler de , Ali Şükrü bey'ler de bu ülkede yaşamaya devam ediyor. Ali Şükrü ve 2. Grup bu sefer çok avantajlı. Bakalım ne olacak..

Thursday, December 3, 2009

Şer odakları ve devlet

Gayrımüslimlerin sorunlarıyla ilgilenmeyecek, Yahudilere ise hiç değinmeyecektim bu köşede. Kendi kendime söz vermiştim.

Ne zaman Yahudiler gündeme gelse, ne zaman İsrail bir halt etse, telefonum çalmaya başlar. Bir de burada Yahudilik etsem, iyice tepeme çıkacaklar, hiç bilmediğim konularda görüş belirtmemi isteyenlerin sayısı daha da artacak. En çok da dinî konularda bana danışanlara bayılıyorum! “Uydursam inanır mı acaba?” diye içimden geçirdikten sonra, “Anneme veya Hahambaşılığa danışın lütfen” diyorum.
İşin kötüsü, annem inanır inanmasına ama, Yahudi dininin ayrıntılarını bildiği söylenemez. Teoloji bilgisi, “Tanrı vardır ve Yahudilik iyi bir şeydir” düzeyinin çok da ötesine geçmez. Halkımızın yüzde 90’ı nasıl Müslüman’sa, annem de öyle Yahudi yani.

Söz vermiştim ama, sözü veren de benim, alan da ben. Tutmasam kime ne?

“Kafes” planını hazırlayan bahriyeliler Ermeni, Rum ve Yahudi öldürmeyi, kaçırmayı, korkutmayı, fişlemeyi planlamış. Böyle durumlarda Yahudiliğimi hatırlamadan edemiyorum!

Bir gece kuytu bir köşede karşıma tertemiz, ütülü, bembeyaz amiral üniformasıyla herifin biri çıksa, elinde bir LAW silahı veya bıçak olsa, cüzdanımı uzatsam, almasa. Ne istediğini sorduğumda “Canını” dese. “Niye” diye sorsam, “Yahudi olduğun için” dese, gerçekten çok bozulurum!

Doğal olarak, “Komutanım,” derim, “pek dindar bir kişiye benzemiyorsunuz, çok laik bir görünümünüz var, Yahudi öldüreceksiniz de ne olacak?”

Koca amiral, dersini iyi çalışmış olacaktır elbet. Cevabı yapıştırır:

“Gayrımüslimler üzerinde korkutucu propaganda icra edilecek ve söz konusu faaliyetler kaynağı bakımından kara propaganda ile AKP ve AKP’ye destek veren diğer şer odaklarınca icra edilmiş gibi gösterilecektir.”

Beklenmedik bir tekvando hamlesiyle silahı elinden alıp adamı yere serdikten sonra, şöyle şeyler düşünürüm herhalde:

Osmanlı’nın son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde azınlıkları öldürmeyi amaçlayan ilk plan değil bu. Sadece öldürmeyi değil, kaçmalarını sağlayarak yok etmeyi amaçlayanları da sayarsak, Ermeni katliamıyla başlayıp günümüzün düşük yoğunluklu savaşına kadar gelen ve arada Dersim katliamı, Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Rumların sınırdışı edilmesi gibi uygulamalardan geçen uzun, kanlı ve gaddar bir tarih yaşandı ve yaşanıyor bu topraklarda.

Bütün bu uygulamaların ortak bir noktası var. Hepsini aynı “şer odağı” planlamış ve hayata geçirmiş: Devlet.

Türkiye’de azınlıklara karşı yapılan barbarlıkların hiçbirinde Müslümanların parmağı yok, tek bir tanesi bile İslâm adına yapılmamış. Öldürülen veya kaçıp giden hiçbir Ermeni veya Rumun arkasından “Allah-ü ekber” diye bağırılmamış, tekbir çekilmemiş.

Şaşacak bir şey de yok üstelik bunda. Tüm Ortadoğu’da hâlâ bugün, yani İsrail devletinin tüm yaptıklarından sonra, dinibütün Müslümanlar tarafından salt Yahudi olduğu için öldürülen ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Filistin topraklarında ölüm kol gezer elbet, ama öldüren Müslüman olduğu için öldürmez, öldürülen Yahudi olduğu için öldürülmez. Biri işgale karşı direndiği için, diğeri işgalci olduğu için oluyordur olanlar.

Mısır, İran ve Suriye’de, örneğin, hâlâ Yahudi cemaatleri var. Ve bunlar, İsrail’in politikalarının ve eylemlerinin yarattığı gerginliğe rağmen, yaşayıp gider. Hahamları vardır, sinagogları vardır. İsrail Gazze’ye saldırdığı zaman gerginlik yaşarlar elbet, ama ne Müslümanların saldırısına uğrarlar, ne ibadet yerleri bombalanır, ne de mahalleleri ateşe verilir.

Türkiye’de de sorun hiçbir zaman “Müslümanlar” olmamış. Sorunları yaratanlar İslâm dinine aitmiş kuşkusuz, ama bu nedenle değil, devlet görevlisi oldukları için yapmışlar yaptıklarını.

Ne var ki, amirallerin planlarını hazırlayanlar aptal değil. Gayrımüslimler art arda cinayetlere kurban gitmeye başlasa, önce CHP, ardından Ertuğrul Özkök, rektörler, yargıçlar, Atatürkçü Düşünce Dernekleri ve Genelkurmay “Müslümanlar sevgili azınlıklarımızı öldürüyor” diye feryat etse, kimse buna inanmaz mı? Bal gibi inanır.

Türkiye’de inanmaya hazır, eli bayraklı, yakası Atatürk rozetli bir kitle zaten mevcut. Batı dünyasında ise genel İslâm düşmanlığı havasının yarattığı çok daha büyük bir kitle mevcut. Elbette inanırlardı.

AKP de, biz azınlıklar da direkten döndük.

Ben zaten hayatımda Müslümanlardan hiç korkmadım, hiçbir Müslüman’la sorunum olmadı. Bu devletle ise hep sorunum var.
http://taraf.com.tr/makale/8811.htm

Tuesday, December 1, 2009

İzmir dellenmesi ve ‘biz kardeşiz’ edebiyatı

Beyaz Türklerin İzmir dellenmesinin ardından dile getirilen, “İzmirliler Kürtlerle bu şehirde yıllardan beri yan yana kardeşçe yaşıyorlardı, bu kardeşlik duygusunu hükümetin ‘Kürt açılımı’ bozdu” izahlarının tamamen doğru olduğu kanaatindeyim... Bu izahatın sahipleriyle ihtilafım şurada ki, “kardeşlik”ten farklı şeyler anlıyoruz. Onlara göre kardeşlik şefkattir, bana göreyse eşitlik içermeyen bir kardeşlik hakiki manada kardeşlik sayılamaz... 

Bir “şefkat kardeşliği”ne eşitlik zerk etmeye kalkarsanız, istisnalar hariç karşılaşacağınız şey, şefkatin azalmasıdır. Çünkü şefkat, eşitsizliğin tarlasında boy atan bir duygudur ve yönü kuvvetliden zayıfa doğrudur. Bence İzmirli taşçılar, “Kardeştik, ‘açılım’ bizi bozdu” derken, “Beni, eşitim görmediğim fakat sevip şefkat duyduğum Kürt kardeşimle eşit kılarsanız, ona olan sevgim ve şefkatim azalır” demiş oluyorlar. İzmirliler, Kürtleri Türklerle eşit kılmayı hedefleyen politikalar söz konusu olduğunda neden zona çıkardıklarını irdelemedikleri sürece, “Kürt kardeşleriyle” aralarına “eşitlik mikrobu” sokan ve böylece onlara karşı şefkatlerinin azalması sonucunu doğuran “açılım” sürecini lanetlemeye devam edecekler. 

Yazının bundan sonrasında bu özeti açmaya, söylediklerimi temellendirmeye çalışacağım... 


Amele Kürt - müteahhit Kürt
 

Orhan Miroğlu Taraf’ta, kendi başından geçen bir hikâyeyi anlattı geçenlerde... Anlattıkları, “Türk-Kürt kardeşliği”nin Türkler açısından özünü (abi-kardeş ilişkisi) ve zayıflığını (eşitsizlikle malûl bir şefkat kardeşliği) ortaya koyarak benim yukarıda özetlediğim durumu doğrular nitelikteydi. Hatırlayalım Miroğlu’nun yazdıklarını: 

“Cezaevinden çıktığım yıllarda, yasal haklarım elimden alınmıştı. Mesleğim olan edebiyat öğretmenliğini yapamıyordum. Ben de ekmek parası için sermayesiz Kürtlerin genellikle yaptığı işlerin peşinden koştum durdum. Bu işlerin başında bildiğiniz gibi, inşaat işleri gelir. Bir ara, Ankara’da zor bela ve tam da Kızılay’da bir binanın onarım işini yapıyordum. Mevsim kış. Binaya malzeme gidecek ama trafik polisinden izin almak gerekiyor. Araçlarının içinde duran polislere gittim ve derdimi anlatmaya başladım. Beni dinledikten sonra amirleri ‘Siz nerelisiniz (diye sordu. ‘Mardinliyim’ dedim. ‘Ya’ dedi, ‘Mardin’den gelmişsiniz ve Kızılay’ın ortasında bu işi yapıyorsunuz!’ Ne diyeyim, sustum kaldım tabii, ‘Evet’ demekle yetindim. İş dediği muteber bir müteahhidin hiç uğraşmayacağı bir iş aslında Ama Ankara’nın adı var, Kızılay’ın başka namı var. Ve amir bey, Mardinli bir müteahhidi Kızılay’daki bir işe pek uygun bulmamıştı anlaşılan... Onun gözünde Mardinli elinde keleşkof dağlarda gezen biri olmalıydı, bu havada, kış kıyamette ne işi vardı Kızılay’da.”
 

Miroğlu’nun en sondaki hüküm cümlesi doğru fakat eksik... O trafik polisi “elinde keleşkof dağlarda gezen” bir Mardinliyi yadırgamazdı, evet... Fakat Çankaya’daki bir inşaatta amele olarak çalışan Mardinli bir Kürdü de yadırgamazdı... Daha önemlisi, “müteahhit” ve “dağlarda gezen” Mardinliye karşı negatif duygular beslerken, “amele” Mardinliye büyük bir ihtimalle “şefkat” duyacaktır. Neden? Çünkü ilk iki “Mardinli” en azından potansiyel olarak “eşitlik” talebinde bulunmaktayken, böyle bir şey üçüncü “Mardinli”nin aklından bile geçmemektedir. (Nasıl ki, okulda “türban”ıyla hademelik yapan kadın değil de, onun okuyup öğretmen olmuş ve “türban” takmaya devam eden kızı problem teşkil etmektedir.) 


Baba, oğul, üvey kardeş ya da devlet, Türkler, Kürtler...
 

Yıllardır Kürtlerin “kardeşimiz” olduğunu söyleyip duruyoruz. Doğru, fakat bu kardeşliğin eşit bir kardeşlik olduğunu söyleyebilir miyiz? Çoğu abi-kardeşlikte olduğu gibi, yönü abiden kardeşe olan bir şefkat var, tamam, fakat bu şefkatin sürmesi için neyin gerektiğini de hepimiz tecrübelerimizden biliriz: Abinin imtiyazlarına saygı ve abiye itaat... Bir küçük kardeşin abisine “Ben senden yaşça küçük olabilirim, fakat bu aynı haklara sahip olmadığımız anlamına gelmez” dediğinde başına ne gelirse, şu anda Kürtlerin başına da o geliyor. 

Psikiyatr Prof. Dr. Doğan Şahin, Habertürk’ten Kutlu Esendemir’e birkaç hafta önce verdiği bir söyleşide, bunları “üvey kardeş” metaforu üzerinden çok güzel anlatmıştı. Esendemir’in “Uzun aradan sonra yine İstanbul sokakları, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazılarıyla dolmaya başladı” hatırlatması üzerine bakın Doğan Şahin neler demişti: 

“Yıllardır düşman olarak gösterilen karşı tarafın, birden devlet tarafından kabul edilmesinin yarattığı şaşkınlık ve tepkidir. Aslında şuna benzetilebilir: Yıllardır evden dışlanan, horlanan bir üvey kardeşiniz var, ailenin gerçek sahibi ve varisi olarak kendinizi görüyorsunuz, ama birden babanız o zamana kadar aile
 yemeğine alınmayan bu kardeşi sofraya çağırıyor. 

“Oysa yıllarca, kardeşiniz hakkında en olumsuz duyguları beslemeniz için elinden geleni yapmış, sizi ona karşı kışkırtmış, onun gibi olmadığınız için sizi övmüş, her şeyin varisinin siz olacağınızı söyleyip durmuş. Siz de babanızın gözünde artan değerinizin büyüklenmeciliği ile kardeşiniz hakkında atıp tutmuşsunuz. Size zarar vermeye çalıştığını düşünmüşsünüz. Sonra günün birinde babanız birden, ‘hadi bakalım, siz kardeşsiniz, sarılıp öpüşün’ demiş. Öyle bir hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusuna kapılırsınız ki, kendinizi kullanılmış hissedersiniz ve hem babanıza hem kardeşinize karşı intikam duygularına kapılmaya başlarsınız.”
 


Faşizan eğilimlerin panzehiri
 

Doğan Şahin’in “üvey evlat” metaforunun, anlamaya hizmet eden o has metaforlardan biri olduğunu hemen teslim edeyim... Fakat bence Dr. Şahin, babanın “siz öz kardeşsiniz” itirafının “esas” kardeşte sadece “intikam duygusu”na yol açtığını söyleyerek eksik bir sonuca varıyor ve metaforuna haksızlık ediyor. 

Oysa durum şudur: “Esas” kardeş, üvey bildiği kardeşine karşı o âna kadar beslediği sevgi ve şefkati (artık ne kadarsa), şimdi gerçekten öz kardeşi olduğunu öğrendiği kişiye karşı besleyememektedir. Oysa o, sahip olduğu bu sevgi ve şefkati insancıllığının, uygarlığının kanıtı olarak görmekteydi: Sadece başkalarına karşı değil, kendisine karşı da... 

Daha da fenası, övündüğü insancıllığının, uygarlığının köksüzlüğünü ortaya çıkaran şey, kardeşinin kendisiyle eşit olduğunun ilan edilmesidir... İnsanın böyle bir yüzleşme karşısında bütün duygusal kontrolünü kaybedip hırçınlaşmasından doğal bir şey olamaz. 

“Taş atan İzmirliler”e gelince... “Demokratik açılım” adlı turnusol kâğıdı, onların “Kürt kardeşliği”nin eşitsizlikle malûl olduğunu gösterdi, bu kardeşliğin sınırlarını ve zaaflarını ortaya çıkardı. Onlar da tıpkı hikâyedeki “asıl kardeş” gibi, sevgi ve şefkat duydukları Kürt kardeşlerinin kendileriyle eşit ilan edilmesinin travmasını yaşıyorlar şimdilerde... 

Bu arada biz de hep birlikte bir kez daha gördük ki, faşizan eğilimlerin panzehiri sevgi değil eşitlik duygusudur.



http://taraf.com.tr/makale/8795.htm