Manly Palmer Hall

Manly Palmer Hall

Saturday, December 19, 2009

Markar Eseyan- Bizi saran melankoli; provokasyonlar...

Artık bu durumu ezberlemiş olmak gerekir diye düşünüyorum. 

Yani, Güneydoğu’da yaşanan savaşın sona ermesi için atılan her ciddi adım arifesinde yaşanan ve hepimizin ağzına pelesenk olan şu “provokasyon”lardan bahsediyorum. 

1994 mayısında 33 askerin PKK tarafından öldürülmesi, ardından 1996 yılında Güçlükonak’ta 11 köylünün taranıp yakıldığı ve örneklerini çok daha arttırabileceğimiz, hep de barış hazırlıklarının yapıldığı dönemlere denk gelen şaibeli, acı hadiseler... 

Bingöl’de öldürülen 33 asker hadisesi ve Reşadiye saldırısı bugün Başbakan ve bakanlar tarafından kuşkulu bulunuyor. Ergenekon savcıları bu iddiaları incelemek üzere soruşturma başlatıyor. Katliamdan sağ kurtulan askerler dinleniyor. Güçlükonak katliamı ise Aktüel’in dönemin insan haklarından sorumlu bakanı Adnan Ekmen’le yaptığı röportaj ve sonrasında Taraf’ın bu haberi büyütmesinin ardından Diyarbakır Başsavcılığı’nın bir ihbar mektubunu da ciddiye alarak açtığı yeni soruşturmanın konusu olmuştu hatırlarsanız. 

Bir “cold case” vakası daha raftan inmişti anlayacağınız... 

2002 seçimlerini kazanması ile birlikte vesayete ve kızıl elma koalisyonuna karşı meşruiyetini sağlama almak isteyen AKP, AB üyeliği çıpasına sıkı sıkı sarılmış, rüyamızda görsek inanamayacağımız reformları arka arkaya Meclis’ten geçirip, mümkün olduğu kadar da uygulamaya koymuştu. 

Reformlarla birlikte siyasi ve ideolojik iktidar arasında süren çatışma iyice sertleşmişti. O sıra Agos’ta Dar Kapı isimli köşemde sık sık yazıyordum; çünkü korkuyordum. AKP kırmızıçizgileri aştıkça, derin iktidarın ideolojik fay hattına yüklenen enerjinin uğursuz bir biçimde açığa çıkacağını biliyordum çünkü. 

Nitekim... 

Önce 5 Şubat 2006’da Rahip Santoro’yu 16 yaşında bir çocuğa öldürttüler. Hemen ardından 17 Mayıs 2006’da ise Alparslan Arslan Danıştay’ı basıp İkinci Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü, dört üyeyi ise yaraladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, saldırının Danıştay’a değil, laik cumhuriyete yapıldığını söyledi. 

Özbilgin’in cenaze töreni AKP karşıtı bir kalkışmaya dönüştü. 

Sonrasını biliyorsunuz: Danıştay Davası Ergenekon’la birleşti. Olayın Ergenekoncular tarafından hükümeti yıkmak üzere tertiplendiği iddiaları bugün bu davanın ana konusu haline geldi. 

Ben ise bu cinayetlerle de yetinmeyeceklerini biliyordum ve pek çokları gibi yazıyordum da bunu. Çünkü AKP hâlâ iktidardaydı ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyordu. Hükümet de olası “provokasyon” risklerini görüyor olmalıydı. Çünkü MİT, Kasım 2003’te Ergenekon örgütünün varlığı, amaçları ve yönetim şemasını içeren raporu Başbakanlığa göndermişti. Hani Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe planlarının hazırlandığı zamanlardı onlar... 

Nitekim 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i, Agos’un önünde 18 yaşını doldurmamış bir tetikçiye –henüz bu bile kesin değil- vurdurdular. Birkaç ay sonra Malatya’da üç misyoneri koyun gibi boğazlayanlar da genç çocuklardı. Kafes planındaki gibi, tüm bu eylemler Müslümanların sırtına yüklenecek, ülke istikrarsızlaştırılacak, AB üyelik süreci tavsayacak, AKP de iktidarı, ama darbe, olmadı siyaseten yıpranarak kaybedecekti. 

Perde arkasında nasıl bir mücadele dönüyor bilemem ama, eğer adalet galip gelirse, Santoro, Dink ve Malatya “provokasyonlarının” da Ergenekon Davası’yla birleştiğine tanık olacağız. Tekrar ediyorum, eğer adalet, akıl ve vicdan galip gelirse, Ergenekon davasında, bir cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkeyi sahnenin gerisinden yöneten İttihatçı zihniyetin sanık sırasında oturduğunu göreceksiniz. Bu dava ile belki de cumhuriyet tarihinin bütün “provokasyonlarının” müsebbiplerinin açığa çıkması söz konusu olabilecek. Zor bir ihtimal belki, ama olabilecek. 

Ya da, bir aşiretler, cinayetler ve adaletsizlikler ülkesinde, kendini tüketen bir vahşet sarmalında tükenip gideceğiz. 

Demem o ki, biz şu provokasyonlar konusunda şerbetliyiz. Bir cinayetin veya adaletsizliğin provokasyon olması için tek bir merkezden planlanıp uygulanması gerekli de değil. Kürt açılımı günlerinde ülkenin her bölgesinde yaşanan saldırı ve cinayetler, zaten kendisi bir canlı bomba haline gelmiş bu zihniyetin üfürdüğü bir iklimin ürünü çünkü. 

O zaman, madem bir “provokasyonlar” cehenneminde yaşıyoruz, her seferinde şaşırıp duralamak yerine, tüm gücümüzle barıştan yana harekete geçsek ya! 

Evet, Muş’taki keleşli cinayetler de provokasyon! Hepsi de provokasyon bunların! Bitiyor mu bunu bilince işimiz? Sen ne gerekiyorsa onu yap, yoluna daha güçlü bir biçimde, kararlılıkla devam et! 

Lafım AKP ve DTP’ye ve hepimize tabii. Eğer bu provokasyonlar siyasete galip gelirse, barışı da, refahı da henüz hak etmiyoruz demektir. Barışa hazır değiliz demektir. 

Kural şu: Savaş istiyor savaşıyorsunuz, barış istiyor barışıyorsunuz. Provokasyon lafları filan hep bahane. Tüm bu çabalar bisiklete binmeye benziyor; marjinal ivmenin altına düştüğünüzde, yani pedalı hareket etmek için gerekli güçle çevirmediğinizde, poponuzun üstüne düşersiniz. 

Hatırlatıyorum, savaş istiyor, savaşıyor, barış istiyor, barışıyorsunuz. 

O kadar!



http://taraf.com.tr/makale/9068.htm

Ahmet Altan -Apo ve barış

İnsanlar basit gerçekleri unutuyorlar. 

Bu ülkeyle ilgili basit bir gerçek söyleyeyim size, Türkiye’de “otuz yaşın altında” kırk milyon genç yaşıyor. 

Söylediğim bu “basit” gerçek belki bizi Avrupa’nın “en genç” ülkesi yapıyor ama aynı zamanda “belaya” da en açık ülkesi yapıyor. 

Kırk milyon gencin çok büyük çoğunluğunun bir mesleği yok. 

“Sen kimsin” diye sorulduğunda bu çocuklar “tesisatçıyım, mimarım, mühendisim, duvar ustasıyım” diye cevap veremiyorlar, kim olduklarını anlatmak için “dinlerini ya da ırklarını” söylemek zorundalar. 

Bir meslek sahibi değilsen bir ırk sahibi olmak zorundasın çünkü. 

Aslında eski işlerin, eski mesleklerin kaybolduğu, yeni mesleklerin ortaya çıktığı, işsizliğin çok arttığı “kürselleşme” döneminde dünyanın birçok yerinde “ırkçı” partilerin artmasının önemli nedenlerinden biri de belki bu. 

Mesleksiz insanlar, genellikle entelektüel bir derinlikten de yoksun olduklarından, ırkçılığın ve faşizmin katarına atlamak mecburiyetinde kalırlar. 

Bir de yirmi beş yıl sürmüş “ırk savaşı” varsa, birikmiş öfkelerle “ırkçı” hale gelmek bu mesleksiz genç insanlar için çok kolaydır. 

Hiç unutmayın ki insanoğlunun temel zaaflarından biri “var olduğunu” sürekli olarak kanıtlama zorunluluğu hissetmesidir. 

Bu “büyük zaaf”, bu “kendini kanıtlama” arzusu, bir yandan insanları bir şeyler yapmaya, bir şeyler icat etmeye, bir şeyle bulmaya zorlayarak insanlığın ilerlemesini sağlar, bir yandan da bir şey yapamayanları “hastalandırıp” onları birer ırk ya da din fanatiğine çevirir. 

Başarımız ve hastalığımız aynı kökten yeşerir. 

Biz, “kürselleşmenin” getirdiği zorluklardan önce de Çetin Altan’ın hep söylediği gibi mesleksiz bir toplumduk. 

Var olduğunu kanıtlama isteği ile mesleksizliğin çatıştığı noktalarda hastalandı insanlar. 

Bu hastalık, savaşla birlikte daha da ateşlendi. 

Barış ihtimali ortaya çıktıktan sonra yaşadıklarımızı bir düşünün, İzmir’i, Çanakkale’yi, Diyarbakır’ı, Dolapdere’yi bir düşünün. 

Neredeyse barışa karşı bir isyan vardı. 

Çünkü barış geldiğinde milyonlarca genç, varlıklarını “ırklarının ya da dinlerinin” dışında bir nitelemeyle tarif etmek zorunda kalacaklardı ve varlıklarını belirleyecek bir meslekleri yoktu. 

Böyle mesleksiz bir kalabalıkla biz hep belanın kenarında yaşarken, iç savaş insanlara “bir ırk” verdi, barış bu “ırk” vurgusunu geri almaya kalktı. 

Barışla birlikte hayat güvenceleri olacaktı ama o güvenli hayatın içinde “varlıklarını” hissedemeyeceklerdi. 

Türk ve Kürt gençleri neredeyse birlikte barışı lanetlediler. 

O çocukları yatıştırması gerekenler, onlara “var olabilecekleri”, meslek edinebilecekleri bir hayat vaat etmesi gerekenler ise onların zaaflarını kullanarak bu çocukları ölüme yönlendirdiler. 

Çünkü bu gençler, kendilerini “yok” hissedecekleri hayatı yaşayacaklarına, kendilerini “var” hissedebilecekleri bir ölüm yoluna çıkmayı tercih ediyorlardı. 

CHP ile MHP, Türk gençlerini savaşa ve ölüme doğru kışkırttı. 

AKP, önerdiği barışa tam sahip çıkıp gereklerini süratle yerine getiremeyerek ortada kaldı. 

DTP durdu. 

PKK ise sokak eylemleriyle ve Reşadiye baskınıyla Kürt gençlerini ölüme sürdü. 

Çeşitli yerlerde küçük çapta iç savaş görüntüleri yaşandı. 

Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla “barış” için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi. 

Dün Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamalarla, birçok insanın “öldü” dediği “barış açılımına” can verdi, DTP’lilerin Meclis’e dönmesi gerektiğini vurguladı, “askerlerin ve gerillaların ölmemesini istediğini” söyleyerek en azından şimdilik PKK baskınlarını durdurdu, Reşadiye’den hiç söz etmeden PKK’nın içine giren Ergenekon meselesini gündeme getirdi. 

Apo, dünkü açıklamalarıyla barışa büyük bir katkıda bulundu. 

Eğer bu çizgisini “gücünü göstermek” için değiştirmezse bu toplumun barışa kavuşmasında büyük bir rol oynar, eminim ki bu toplum da “barışa” yardım eden Apo’ya borcunu bir gün öder. 

Apo üstüne düşeni yaptı, şimdi sıra, önü açılan barışı sağlamlaştırmak için AKP’nin güçlü ve güvenilir adımlar atmasında. 

Başbakan’ın hemen Ahmet Türk’le görüşmesinin bu olumlu havaya büyük katkıları olacağına inanıyorum. 

Barış istemeyen Kürtlerle Türkler elele veriyor, bu işbirliğini bütün kışkırtıcı eylemlerde görüyoruz, “barış” isteyen Kürtlerle Türkler de elele vermeli. 

Çocuklarımıza sadece “ölümde” değil “hayatta” da var olabileceklerini kanıtlamak, onları yaşatmak ancak “barış isteyenlerin” başarabileceği bir iş. 

Üstelik barışı gerçekleştirenler, “var olduklarını” bütün ruhlarında hissedip, kim olduklarını sadece bugün yaşayanlara değil tarihe de anlatabilirler.

http://taraf.com.tr/makale/9107.htm

Monday, December 14, 2009

Kürt Ergenekon ve ‘derin’ Öcalan

Belki de bazı DTP milletvekilleri ile KCK’nın başını çekenler, gençleri eylemlere yönlendirilme konusunda Ergenekon’un kucağındaki bir ‘adi ortaklık’ gibi birlikte çalışıyor. Türk’ün; “Kürtlerin gözü kulağı İmralı’dadır, İmralı toplumsal barışın en hassas noktasıdır” anlatımı ile “Açılım burada bitmiştir” diyen Ayna’nın aynı çizgide biraraya gelmesi, acaba ortak bir yerden tehdit almalarınamı dayanıyor? Baydemir’in önderliğinde görüş açıklayan 98 belediye başkanının en az yarısı için de aynı tehdit mi söz konusu? DTP, Türkiye’deki Kürtlerin istatistiklere göre üçte birinden daha az bir oranını temsil ediyorsa, acaba tehditlerle diğer üçte iki de sindirilerek yandaş gibi mi gösteriliyor? 

En başından itibaren Kesire’nin babası, Baki Tuğ, Pilot Necati üçgeninde ‘derinlerin efendisi’ olan bir Apo gerçeği var mı? Diğer Kürt yapılanmalar yok edilirken, yalnızca PKK’nın bırakılması bir tesadüf mü? Ya da Ergenekon ile içli dışlı olan PKK’nın üst düzey yöneticilerinin durumları ne? Öcalan’ı şu anda da elinde tutanlar, ortalığı bilinçli bir biçimde, AKP’ye ve içi boş olan ‘demokratik açılım’a karşı doldurmadılar mı? İmralı’nın F tipine dönüştürülmesi ile Öcalan da el değiştirecek. Acaba Öcalan’ın, Ergenekon’un tahakküm alanından çıkacak olması, onun hamisi derin yapıyı çok mu rahatsız eder? 

DTP tabanının dışındaki Kürt nüfusu, devlete güveni hep erozyona uğratılmış olsa bile, asla bir oyuna gelmeyecek. Bütün Kürt nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturan DTP’nin tabanı da, çevrilen derin dolapları yutacak kadar saf değil. Öcalan, ‘Apo Britanica’nın bütün ciltlerinde, Kürtleri küçümseyen, aşağılayan, kendini Kürtleri kurtaracak tek lider ve bir peygamber gören tavrı sergiliyor. Yakalandığı günden beri Öcalan, derin devlet tarafından zulmedilen Kürtler için, bir kerecik bile parmağını oynattı mı acaba? 11 yıl cezaevinde kalıp, Kürtlerin en zorunlu konuları için, bir günlük açlık grevi bile yapmayan, kişisel sorunlarından başka hiçbir şey için örgütü harekete geçirmeyen, başka bir özgürlük savaşçısı lideri var mıdır acaba? 

Derin güçlerin elemanları, açıktan savaş taktikleri, gizliden tehditleri ve C(M)HP’nin bel altından vurma stratejileri ile amaçlarına ulaşamadılar ki; şimdi de “TC’ye hizmet etmeye hazırım” diyen Öcalan da, ‘derin yapı’ tarafından, şiddete başvurması için acilen kullanılıyor. O da yine her zamanki gibi, yalnızca kendi çıkarları için, PKK ve KCK’yı kullanarak eylemler yapıyor. Peki, ne için? Sakın bana heval hakları için demeyin. Yalnızca kendi menfaatleri için. Hem de onlarca gencin ölümüne bile aldırmaksızın. “Analar çok Mehmetler doğuruyor” diyenlerle; “her evden bir Kürt gencin ölüsü çıksın da, benim için mücadeleye devam edilsin” diyen Öcalan arasında bir fark var mı Tanrı aşkına? 

Öcalan’ın bu taktiğinde, Ergenekon arkadaşları, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün ötesinde, başka hangi derin yol arkadaşlarının da katkısı vardır? Bu sorunun yanıtını da, sanırım bizim Baransu’nun ortaya koyacağı, yeni bir devlet belgesi ile net bir şekilde göreceğiz. Batman, Şanlıurfa, Mardin, Bingöl, Siirt, Bitlis, Hakkâri, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Antalya’da, Kürtler ile bire bir yaptığımız görüşmeler ve anketlerden çıkan sonuçlara göre, son terör olaylarındaki amaç; 

1.
 Kürt açılımını ve AKP iktidarını C(M)HP’ye dönüştürmek; 

2.
 Kürt gençlerinin kanını, devam etmesi arzulanan kirli savaş sonucu, kişisel zenginlik ve iktidarlarına kaynak yapmak; 

3.
 Şiddetin devamı yöntemiyle kendilerinin ve bölgedeki derin yapının kalıcılığını sağlamak; 

4.
 AK Parti’nin bile bölgedeki kendi tabanının sesine kulak vermekte aciz kaldığını göstererek, ceberut devlet görevlilerinin hâlâ oralarda mesleklerine devam ettiğini Kürtlere göstererek, bölgeyi yalnızca ‘derin PKK’ ile ‘derin devlet’e bırakmak; 

5.
 Kamuoyu vicdanında, Ergenekon yapısının kutsanması ve Ergenekon’un terör eylemlerinin meşrulaştırılması için, PKK ve DTP’ye karşı, aynı onların şiddet yöntemleriyle yanıt verilmesini sağlamak; 

6.
 Kürt sorununun çözümüne yönelik AKP’nin iyi niyetine karşılık, PKK ve KCK’nın şiddet ile yanıt vermesi, Anadolu insanının; ‘Kürtler yalnızca şiddetten anlar’, sakat ve yanlış düşüncesi oluşurken, ‘derin PKK’ ve ‘derin devlet’ tarafından da bu düşünce körüklenmektedir. Kürtler, güvenilecek insani değerlere sahip devlet temsilcilerini bu bölgede neredeyse hiç görmedikleri için, sessiz kalarak, PKK’nın yanındaymış gibi algılanıyor. 

Kürt dostlarımızı gücendirmemek için; Öcalan’ı ve KCK’nin savaş çığırtkanlıklarını, Kürtlere havale ediyorum. Biliyoruz ki, Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktan memnun olmadıkça, biz de bu topraklarda huzurlu ol(a)mayacağız. Kürtler; ‘bir ağaç gibi özgür / bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamadıkça, bizim de hürriyetimiz üniformalı ve sivil devlet yöneticilerince hep baskı altında olacak. 

O zaman, alabildiğine demokratik açılım ve inadına Kürt sorununun çözümüne devam. Öncelikle de ceberut memurları devletten temizleyerek!..



http://taraf.com.tr/makale/9024.htm

DTP kapatıldı

Beklenen oldu. DTP 11 aralık tarihi itibariyle tarih oldu. Kemalist ideologlar, iktidar sahipleri toplum mühendisliği yapmaya devam ediyorlar. Bu adımın sonu da diğerlerinden farklı olmayacak. Kemalist güç odaklarının alanı daralmaya devam edecek. İktidarı elden bırakmamak istedikleri sürece bu tip adımlar atıp toplumu terorize etmeye çalışacaklar. Başarılı olamayacaklarını bile bile yapıp savaşarak iktidarı verecekler. Umarım çok kan akmaz. Kürt halkı uzun zamandır esaret altında bulunduğu devleti dize getirip istediklerini alacaktır. Fakat soru bunu aldığı zaman türk halkı ile ortaklık yapıp yeni bir anayasa ile  çoğunluğun rızasını almaya muvaffak olup olamayacağıdır. Bence başarılı olacaktır. Eğer PKK'nın Ergenekonun maşası olduğu yeni olaylarla ve ititraflarla ortaya çıktıkça bu süreç kolaylaşacaktır.
Kemalistler ise bana kalırsa PKK sempatizanı olmaya doğru adım adım ilerlemektedirler. İstedikleri terör ortamını gerçekleştirebilecek tek unsur PKK kaldı. Onunla uzlaşarak istenile ortam ve darbe gerçekleşebilir.
İttihatçılar için çareler tükenmez. Emanuel Karasu'lar da, Talat'lar da , Enver'ler de , Mustafa Kemal'ler de , Ali Şükrü bey'ler de bu ülkede yaşamaya devam ediyor. Ali Şükrü ve 2. Grup bu sefer çok avantajlı. Bakalım ne olacak..

Thursday, December 3, 2009

Şer odakları ve devlet

Gayrımüslimlerin sorunlarıyla ilgilenmeyecek, Yahudilere ise hiç değinmeyecektim bu köşede. Kendi kendime söz vermiştim.

Ne zaman Yahudiler gündeme gelse, ne zaman İsrail bir halt etse, telefonum çalmaya başlar. Bir de burada Yahudilik etsem, iyice tepeme çıkacaklar, hiç bilmediğim konularda görüş belirtmemi isteyenlerin sayısı daha da artacak. En çok da dinî konularda bana danışanlara bayılıyorum! “Uydursam inanır mı acaba?” diye içimden geçirdikten sonra, “Anneme veya Hahambaşılığa danışın lütfen” diyorum.
İşin kötüsü, annem inanır inanmasına ama, Yahudi dininin ayrıntılarını bildiği söylenemez. Teoloji bilgisi, “Tanrı vardır ve Yahudilik iyi bir şeydir” düzeyinin çok da ötesine geçmez. Halkımızın yüzde 90’ı nasıl Müslüman’sa, annem de öyle Yahudi yani.

Söz vermiştim ama, sözü veren de benim, alan da ben. Tutmasam kime ne?

“Kafes” planını hazırlayan bahriyeliler Ermeni, Rum ve Yahudi öldürmeyi, kaçırmayı, korkutmayı, fişlemeyi planlamış. Böyle durumlarda Yahudiliğimi hatırlamadan edemiyorum!

Bir gece kuytu bir köşede karşıma tertemiz, ütülü, bembeyaz amiral üniformasıyla herifin biri çıksa, elinde bir LAW silahı veya bıçak olsa, cüzdanımı uzatsam, almasa. Ne istediğini sorduğumda “Canını” dese. “Niye” diye sorsam, “Yahudi olduğun için” dese, gerçekten çok bozulurum!

Doğal olarak, “Komutanım,” derim, “pek dindar bir kişiye benzemiyorsunuz, çok laik bir görünümünüz var, Yahudi öldüreceksiniz de ne olacak?”

Koca amiral, dersini iyi çalışmış olacaktır elbet. Cevabı yapıştırır:

“Gayrımüslimler üzerinde korkutucu propaganda icra edilecek ve söz konusu faaliyetler kaynağı bakımından kara propaganda ile AKP ve AKP’ye destek veren diğer şer odaklarınca icra edilmiş gibi gösterilecektir.”

Beklenmedik bir tekvando hamlesiyle silahı elinden alıp adamı yere serdikten sonra, şöyle şeyler düşünürüm herhalde:

Osmanlı’nın son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde azınlıkları öldürmeyi amaçlayan ilk plan değil bu. Sadece öldürmeyi değil, kaçmalarını sağlayarak yok etmeyi amaçlayanları da sayarsak, Ermeni katliamıyla başlayıp günümüzün düşük yoğunluklu savaşına kadar gelen ve arada Dersim katliamı, Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Rumların sınırdışı edilmesi gibi uygulamalardan geçen uzun, kanlı ve gaddar bir tarih yaşandı ve yaşanıyor bu topraklarda.

Bütün bu uygulamaların ortak bir noktası var. Hepsini aynı “şer odağı” planlamış ve hayata geçirmiş: Devlet.

Türkiye’de azınlıklara karşı yapılan barbarlıkların hiçbirinde Müslümanların parmağı yok, tek bir tanesi bile İslâm adına yapılmamış. Öldürülen veya kaçıp giden hiçbir Ermeni veya Rumun arkasından “Allah-ü ekber” diye bağırılmamış, tekbir çekilmemiş.

Şaşacak bir şey de yok üstelik bunda. Tüm Ortadoğu’da hâlâ bugün, yani İsrail devletinin tüm yaptıklarından sonra, dinibütün Müslümanlar tarafından salt Yahudi olduğu için öldürülen ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Filistin topraklarında ölüm kol gezer elbet, ama öldüren Müslüman olduğu için öldürmez, öldürülen Yahudi olduğu için öldürülmez. Biri işgale karşı direndiği için, diğeri işgalci olduğu için oluyordur olanlar.

Mısır, İran ve Suriye’de, örneğin, hâlâ Yahudi cemaatleri var. Ve bunlar, İsrail’in politikalarının ve eylemlerinin yarattığı gerginliğe rağmen, yaşayıp gider. Hahamları vardır, sinagogları vardır. İsrail Gazze’ye saldırdığı zaman gerginlik yaşarlar elbet, ama ne Müslümanların saldırısına uğrarlar, ne ibadet yerleri bombalanır, ne de mahalleleri ateşe verilir.

Türkiye’de de sorun hiçbir zaman “Müslümanlar” olmamış. Sorunları yaratanlar İslâm dinine aitmiş kuşkusuz, ama bu nedenle değil, devlet görevlisi oldukları için yapmışlar yaptıklarını.

Ne var ki, amirallerin planlarını hazırlayanlar aptal değil. Gayrımüslimler art arda cinayetlere kurban gitmeye başlasa, önce CHP, ardından Ertuğrul Özkök, rektörler, yargıçlar, Atatürkçü Düşünce Dernekleri ve Genelkurmay “Müslümanlar sevgili azınlıklarımızı öldürüyor” diye feryat etse, kimse buna inanmaz mı? Bal gibi inanır.

Türkiye’de inanmaya hazır, eli bayraklı, yakası Atatürk rozetli bir kitle zaten mevcut. Batı dünyasında ise genel İslâm düşmanlığı havasının yarattığı çok daha büyük bir kitle mevcut. Elbette inanırlardı.

AKP de, biz azınlıklar da direkten döndük.

Ben zaten hayatımda Müslümanlardan hiç korkmadım, hiçbir Müslüman’la sorunum olmadı. Bu devletle ise hep sorunum var.
http://taraf.com.tr/makale/8811.htm

Tuesday, December 1, 2009

İzmir dellenmesi ve ‘biz kardeşiz’ edebiyatı

Beyaz Türklerin İzmir dellenmesinin ardından dile getirilen, “İzmirliler Kürtlerle bu şehirde yıllardan beri yan yana kardeşçe yaşıyorlardı, bu kardeşlik duygusunu hükümetin ‘Kürt açılımı’ bozdu” izahlarının tamamen doğru olduğu kanaatindeyim... Bu izahatın sahipleriyle ihtilafım şurada ki, “kardeşlik”ten farklı şeyler anlıyoruz. Onlara göre kardeşlik şefkattir, bana göreyse eşitlik içermeyen bir kardeşlik hakiki manada kardeşlik sayılamaz... 

Bir “şefkat kardeşliği”ne eşitlik zerk etmeye kalkarsanız, istisnalar hariç karşılaşacağınız şey, şefkatin azalmasıdır. Çünkü şefkat, eşitsizliğin tarlasında boy atan bir duygudur ve yönü kuvvetliden zayıfa doğrudur. Bence İzmirli taşçılar, “Kardeştik, ‘açılım’ bizi bozdu” derken, “Beni, eşitim görmediğim fakat sevip şefkat duyduğum Kürt kardeşimle eşit kılarsanız, ona olan sevgim ve şefkatim azalır” demiş oluyorlar. İzmirliler, Kürtleri Türklerle eşit kılmayı hedefleyen politikalar söz konusu olduğunda neden zona çıkardıklarını irdelemedikleri sürece, “Kürt kardeşleriyle” aralarına “eşitlik mikrobu” sokan ve böylece onlara karşı şefkatlerinin azalması sonucunu doğuran “açılım” sürecini lanetlemeye devam edecekler. 

Yazının bundan sonrasında bu özeti açmaya, söylediklerimi temellendirmeye çalışacağım... 


Amele Kürt - müteahhit Kürt
 

Orhan Miroğlu Taraf’ta, kendi başından geçen bir hikâyeyi anlattı geçenlerde... Anlattıkları, “Türk-Kürt kardeşliği”nin Türkler açısından özünü (abi-kardeş ilişkisi) ve zayıflığını (eşitsizlikle malûl bir şefkat kardeşliği) ortaya koyarak benim yukarıda özetlediğim durumu doğrular nitelikteydi. Hatırlayalım Miroğlu’nun yazdıklarını: 

“Cezaevinden çıktığım yıllarda, yasal haklarım elimden alınmıştı. Mesleğim olan edebiyat öğretmenliğini yapamıyordum. Ben de ekmek parası için sermayesiz Kürtlerin genellikle yaptığı işlerin peşinden koştum durdum. Bu işlerin başında bildiğiniz gibi, inşaat işleri gelir. Bir ara, Ankara’da zor bela ve tam da Kızılay’da bir binanın onarım işini yapıyordum. Mevsim kış. Binaya malzeme gidecek ama trafik polisinden izin almak gerekiyor. Araçlarının içinde duran polislere gittim ve derdimi anlatmaya başladım. Beni dinledikten sonra amirleri ‘Siz nerelisiniz (diye sordu. ‘Mardinliyim’ dedim. ‘Ya’ dedi, ‘Mardin’den gelmişsiniz ve Kızılay’ın ortasında bu işi yapıyorsunuz!’ Ne diyeyim, sustum kaldım tabii, ‘Evet’ demekle yetindim. İş dediği muteber bir müteahhidin hiç uğraşmayacağı bir iş aslında Ama Ankara’nın adı var, Kızılay’ın başka namı var. Ve amir bey, Mardinli bir müteahhidi Kızılay’daki bir işe pek uygun bulmamıştı anlaşılan... Onun gözünde Mardinli elinde keleşkof dağlarda gezen biri olmalıydı, bu havada, kış kıyamette ne işi vardı Kızılay’da.”
 

Miroğlu’nun en sondaki hüküm cümlesi doğru fakat eksik... O trafik polisi “elinde keleşkof dağlarda gezen” bir Mardinliyi yadırgamazdı, evet... Fakat Çankaya’daki bir inşaatta amele olarak çalışan Mardinli bir Kürdü de yadırgamazdı... Daha önemlisi, “müteahhit” ve “dağlarda gezen” Mardinliye karşı negatif duygular beslerken, “amele” Mardinliye büyük bir ihtimalle “şefkat” duyacaktır. Neden? Çünkü ilk iki “Mardinli” en azından potansiyel olarak “eşitlik” talebinde bulunmaktayken, böyle bir şey üçüncü “Mardinli”nin aklından bile geçmemektedir. (Nasıl ki, okulda “türban”ıyla hademelik yapan kadın değil de, onun okuyup öğretmen olmuş ve “türban” takmaya devam eden kızı problem teşkil etmektedir.) 


Baba, oğul, üvey kardeş ya da devlet, Türkler, Kürtler...
 

Yıllardır Kürtlerin “kardeşimiz” olduğunu söyleyip duruyoruz. Doğru, fakat bu kardeşliğin eşit bir kardeşlik olduğunu söyleyebilir miyiz? Çoğu abi-kardeşlikte olduğu gibi, yönü abiden kardeşe olan bir şefkat var, tamam, fakat bu şefkatin sürmesi için neyin gerektiğini de hepimiz tecrübelerimizden biliriz: Abinin imtiyazlarına saygı ve abiye itaat... Bir küçük kardeşin abisine “Ben senden yaşça küçük olabilirim, fakat bu aynı haklara sahip olmadığımız anlamına gelmez” dediğinde başına ne gelirse, şu anda Kürtlerin başına da o geliyor. 

Psikiyatr Prof. Dr. Doğan Şahin, Habertürk’ten Kutlu Esendemir’e birkaç hafta önce verdiği bir söyleşide, bunları “üvey kardeş” metaforu üzerinden çok güzel anlatmıştı. Esendemir’in “Uzun aradan sonra yine İstanbul sokakları, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazılarıyla dolmaya başladı” hatırlatması üzerine bakın Doğan Şahin neler demişti: 

“Yıllardır düşman olarak gösterilen karşı tarafın, birden devlet tarafından kabul edilmesinin yarattığı şaşkınlık ve tepkidir. Aslında şuna benzetilebilir: Yıllardır evden dışlanan, horlanan bir üvey kardeşiniz var, ailenin gerçek sahibi ve varisi olarak kendinizi görüyorsunuz, ama birden babanız o zamana kadar aile
 yemeğine alınmayan bu kardeşi sofraya çağırıyor. 

“Oysa yıllarca, kardeşiniz hakkında en olumsuz duyguları beslemeniz için elinden geleni yapmış, sizi ona karşı kışkırtmış, onun gibi olmadığınız için sizi övmüş, her şeyin varisinin siz olacağınızı söyleyip durmuş. Siz de babanızın gözünde artan değerinizin büyüklenmeciliği ile kardeşiniz hakkında atıp tutmuşsunuz. Size zarar vermeye çalıştığını düşünmüşsünüz. Sonra günün birinde babanız birden, ‘hadi bakalım, siz kardeşsiniz, sarılıp öpüşün’ demiş. Öyle bir hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusuna kapılırsınız ki, kendinizi kullanılmış hissedersiniz ve hem babanıza hem kardeşinize karşı intikam duygularına kapılmaya başlarsınız.”
 


Faşizan eğilimlerin panzehiri
 

Doğan Şahin’in “üvey evlat” metaforunun, anlamaya hizmet eden o has metaforlardan biri olduğunu hemen teslim edeyim... Fakat bence Dr. Şahin, babanın “siz öz kardeşsiniz” itirafının “esas” kardeşte sadece “intikam duygusu”na yol açtığını söyleyerek eksik bir sonuca varıyor ve metaforuna haksızlık ediyor. 

Oysa durum şudur: “Esas” kardeş, üvey bildiği kardeşine karşı o âna kadar beslediği sevgi ve şefkati (artık ne kadarsa), şimdi gerçekten öz kardeşi olduğunu öğrendiği kişiye karşı besleyememektedir. Oysa o, sahip olduğu bu sevgi ve şefkati insancıllığının, uygarlığının kanıtı olarak görmekteydi: Sadece başkalarına karşı değil, kendisine karşı da... 

Daha da fenası, övündüğü insancıllığının, uygarlığının köksüzlüğünü ortaya çıkaran şey, kardeşinin kendisiyle eşit olduğunun ilan edilmesidir... İnsanın böyle bir yüzleşme karşısında bütün duygusal kontrolünü kaybedip hırçınlaşmasından doğal bir şey olamaz. 

“Taş atan İzmirliler”e gelince... “Demokratik açılım” adlı turnusol kâğıdı, onların “Kürt kardeşliği”nin eşitsizlikle malûl olduğunu gösterdi, bu kardeşliğin sınırlarını ve zaaflarını ortaya çıkardı. Onlar da tıpkı hikâyedeki “asıl kardeş” gibi, sevgi ve şefkat duydukları Kürt kardeşlerinin kendileriyle eşit ilan edilmesinin travmasını yaşıyorlar şimdilerde... 

Bu arada biz de hep birlikte bir kez daha gördük ki, faşizan eğilimlerin panzehiri sevgi değil eşitlik duygusudur.



http://taraf.com.tr/makale/8795.htm