Artık bu durumu ezberlemiş olmak gerekir diye düşünüyorum.
Yani, Güneydoğu’da yaşanan savaşın sona ermesi için atılan her ciddi adım arifesinde yaşanan ve hepimizin ağzına pelesenk olan şu “provokasyon”lardan bahsediyorum.
1994 mayısında 33 askerin PKK tarafından öldürülmesi, ardından 1996 yılında Güçlükonak’ta 11 köylünün taranıp yakıldığı ve örneklerini çok daha arttırabileceğimiz, hep de barış hazırlıklarının yapıldığı dönemlere denk gelen şaibeli, acı hadiseler...
Bingöl’de öldürülen 33 asker hadisesi ve Reşadiye saldırısı bugün Başbakan ve bakanlar tarafından kuşkulu bulunuyor. Ergenekon savcıları bu iddiaları incelemek üzere soruşturma başlatıyor. Katliamdan sağ kurtulan askerler dinleniyor. Güçlükonak katliamı ise Aktüel’in dönemin insan haklarından sorumlu bakanı Adnan Ekmen’le yaptığı röportaj ve sonrasında Taraf’ın bu haberi büyütmesinin ardından Diyarbakır Başsavcılığı’nın bir ihbar mektubunu da ciddiye alarak açtığı yeni soruşturmanın konusu olmuştu hatırlarsanız.
Bir “cold case” vakası daha raftan inmişti anlayacağınız...
2002 seçimlerini kazanması ile birlikte vesayete ve kızıl elma koalisyonuna karşı meşruiyetini sağlama almak isteyen AKP, AB üyeliği çıpasına sıkı sıkı sarılmış, rüyamızda görsek inanamayacağımız reformları arka arkaya Meclis’ten geçirip, mümkün olduğu kadar da uygulamaya koymuştu.
Reformlarla birlikte siyasi ve ideolojik iktidar arasında süren çatışma iyice sertleşmişti. O sıra Agos’ta Dar Kapı isimli köşemde sık sık yazıyordum; çünkü korkuyordum. AKP kırmızıçizgileri aştıkça, derin iktidarın ideolojik fay hattına yüklenen enerjinin uğursuz bir biçimde açığa çıkacağını biliyordum çünkü.
Nitekim...
Önce 5 Şubat 2006’da Rahip Santoro’yu 16 yaşında bir çocuğa öldürttüler. Hemen ardından 17 Mayıs 2006’da ise Alparslan Arslan Danıştay’ı basıp İkinci Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü, dört üyeyi ise yaraladı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, saldırının Danıştay’a değil, laik cumhuriyete yapıldığını söyledi.
Özbilgin’in cenaze töreni AKP karşıtı bir kalkışmaya dönüştü.
Sonrasını biliyorsunuz: Danıştay Davası Ergenekon’la birleşti. Olayın Ergenekoncular tarafından hükümeti yıkmak üzere tertiplendiği iddiaları bugün bu davanın ana konusu haline geldi.
Ben ise bu cinayetlerle de yetinmeyeceklerini biliyordum ve pek çokları gibi yazıyordum da bunu. Çünkü AKP hâlâ iktidardaydı ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyordu. Hükümet de olası “provokasyon” risklerini görüyor olmalıydı. Çünkü MİT, Kasım 2003’te Ergenekon örgütünün varlığı, amaçları ve yönetim şemasını içeren raporu Başbakanlığa göndermişti. Hani Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe planlarının hazırlandığı zamanlardı onlar...
Nitekim 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i, Agos’un önünde 18 yaşını doldurmamış bir tetikçiye –henüz bu bile kesin değil- vurdurdular. Birkaç ay sonra Malatya’da üç misyoneri koyun gibi boğazlayanlar da genç çocuklardı. Kafes planındaki gibi, tüm bu eylemler Müslümanların sırtına yüklenecek, ülke istikrarsızlaştırılacak, AB üyelik süreci tavsayacak, AKP de iktidarı, ama darbe, olmadı siyaseten yıpranarak kaybedecekti.
Perde arkasında nasıl bir mücadele dönüyor bilemem ama, eğer adalet galip gelirse, Santoro, Dink ve Malatya “provokasyonlarının” da Ergenekon Davası’yla birleştiğine tanık olacağız. Tekrar ediyorum, eğer adalet, akıl ve vicdan galip gelirse, Ergenekon davasında, bir cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkeyi sahnenin gerisinden yöneten İttihatçı zihniyetin sanık sırasında oturduğunu göreceksiniz. Bu dava ile belki de cumhuriyet tarihinin bütün “provokasyonlarının” müsebbiplerinin açığa çıkması söz konusu olabilecek. Zor bir ihtimal belki, ama olabilecek.
Ya da, bir aşiretler, cinayetler ve adaletsizlikler ülkesinde, kendini tüketen bir vahşet sarmalında tükenip gideceğiz.
Demem o ki, biz şu provokasyonlar konusunda şerbetliyiz. Bir cinayetin veya adaletsizliğin provokasyon olması için tek bir merkezden planlanıp uygulanması gerekli de değil. Kürt açılımı günlerinde ülkenin her bölgesinde yaşanan saldırı ve cinayetler, zaten kendisi bir canlı bomba haline gelmiş bu zihniyetin üfürdüğü bir iklimin ürünü çünkü.
O zaman, madem bir “provokasyonlar” cehenneminde yaşıyoruz, her seferinde şaşırıp duralamak yerine, tüm gücümüzle barıştan yana harekete geçsek ya!
Evet, Muş’taki keleşli cinayetler de provokasyon! Hepsi de provokasyon bunların! Bitiyor mu bunu bilince işimiz? Sen ne gerekiyorsa onu yap, yoluna daha güçlü bir biçimde, kararlılıkla devam et!
Lafım AKP ve DTP’ye ve hepimize tabii. Eğer bu provokasyonlar siyasete galip gelirse, barışı da, refahı da henüz hak etmiyoruz demektir. Barışa hazır değiliz demektir.
Kural şu: Savaş istiyor savaşıyorsunuz, barış istiyor barışıyorsunuz. Provokasyon lafları filan hep bahane. Tüm bu çabalar bisiklete binmeye benziyor; marjinal ivmenin altına düştüğünüzde, yani pedalı hareket etmek için gerekli güçle çevirmediğinizde, poponuzun üstüne düşersiniz.
Hatırlatıyorum, savaş istiyor, savaşıyor, barış istiyor, barışıyorsunuz.
O kadar!
http://taraf.com.tr/makale/9068.htm
Saturday, December 19, 2009
Ahmet Altan -Apo ve barış
İnsanlar basit gerçekleri unutuyorlar.
Bu ülkeyle ilgili basit bir gerçek söyleyeyim size, Türkiye’de “otuz yaşın altında” kırk milyon genç yaşıyor.
Söylediğim bu “basit” gerçek belki bizi Avrupa’nın “en genç” ülkesi yapıyor ama aynı zamanda “belaya” da en açık ülkesi yapıyor.
Kırk milyon gencin çok büyük çoğunluğunun bir mesleği yok.
“Sen kimsin” diye sorulduğunda bu çocuklar “tesisatçıyım, mimarım, mühendisim, duvar ustasıyım” diye cevap veremiyorlar, kim olduklarını anlatmak için “dinlerini ya da ırklarını” söylemek zorundalar.
Bir meslek sahibi değilsen bir ırk sahibi olmak zorundasın çünkü.
Aslında eski işlerin, eski mesleklerin kaybolduğu, yeni mesleklerin ortaya çıktığı, işsizliğin çok arttığı “kürselleşme” döneminde dünyanın birçok yerinde “ırkçı” partilerin artmasının önemli nedenlerinden biri de belki bu.
Mesleksiz insanlar, genellikle entelektüel bir derinlikten de yoksun olduklarından, ırkçılığın ve faşizmin katarına atlamak mecburiyetinde kalırlar.
Bir de yirmi beş yıl sürmüş “ırk savaşı” varsa, birikmiş öfkelerle “ırkçı” hale gelmek bu mesleksiz genç insanlar için çok kolaydır.
Hiç unutmayın ki insanoğlunun temel zaaflarından biri “var olduğunu” sürekli olarak kanıtlama zorunluluğu hissetmesidir.
Bu “büyük zaaf”, bu “kendini kanıtlama” arzusu, bir yandan insanları bir şeyler yapmaya, bir şeyler icat etmeye, bir şeyle bulmaya zorlayarak insanlığın ilerlemesini sağlar, bir yandan da bir şey yapamayanları “hastalandırıp” onları birer ırk ya da din fanatiğine çevirir.
Başarımız ve hastalığımız aynı kökten yeşerir.
Biz, “kürselleşmenin” getirdiği zorluklardan önce de Çetin Altan’ın hep söylediği gibi mesleksiz bir toplumduk.
Var olduğunu kanıtlama isteği ile mesleksizliğin çatıştığı noktalarda hastalandı insanlar.
Bu hastalık, savaşla birlikte daha da ateşlendi.
Barış ihtimali ortaya çıktıktan sonra yaşadıklarımızı bir düşünün, İzmir’i, Çanakkale’yi, Diyarbakır’ı, Dolapdere’yi bir düşünün.
Neredeyse barışa karşı bir isyan vardı.
Çünkü barış geldiğinde milyonlarca genç, varlıklarını “ırklarının ya da dinlerinin” dışında bir nitelemeyle tarif etmek zorunda kalacaklardı ve varlıklarını belirleyecek bir meslekleri yoktu.
Böyle mesleksiz bir kalabalıkla biz hep belanın kenarında yaşarken, iç savaş insanlara “bir ırk” verdi, barış bu “ırk” vurgusunu geri almaya kalktı.
Barışla birlikte hayat güvenceleri olacaktı ama o güvenli hayatın içinde “varlıklarını” hissedemeyeceklerdi.
Türk ve Kürt gençleri neredeyse birlikte barışı lanetlediler.
O çocukları yatıştırması gerekenler, onlara “var olabilecekleri”, meslek edinebilecekleri bir hayat vaat etmesi gerekenler ise onların zaaflarını kullanarak bu çocukları ölüme yönlendirdiler.
Çünkü bu gençler, kendilerini “yok” hissedecekleri hayatı yaşayacaklarına, kendilerini “var” hissedebilecekleri bir ölüm yoluna çıkmayı tercih ediyorlardı.
CHP ile MHP, Türk gençlerini savaşa ve ölüme doğru kışkırttı.
AKP, önerdiği barışa tam sahip çıkıp gereklerini süratle yerine getiremeyerek ortada kaldı.
DTP durdu.
PKK ise sokak eylemleriyle ve Reşadiye baskınıyla Kürt gençlerini ölüme sürdü.
Çeşitli yerlerde küçük çapta iç savaş görüntüleri yaşandı.
Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla “barış” için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi.
Dün Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamalarla, birçok insanın “öldü” dediği “barış açılımına” can verdi, DTP’lilerin Meclis’e dönmesi gerektiğini vurguladı, “askerlerin ve gerillaların ölmemesini istediğini” söyleyerek en azından şimdilik PKK baskınlarını durdurdu, Reşadiye’den hiç söz etmeden PKK’nın içine giren Ergenekon meselesini gündeme getirdi.
Apo, dünkü açıklamalarıyla barışa büyük bir katkıda bulundu.
Eğer bu çizgisini “gücünü göstermek” için değiştirmezse bu toplumun barışa kavuşmasında büyük bir rol oynar, eminim ki bu toplum da “barışa” yardım eden Apo’ya borcunu bir gün öder.
Apo üstüne düşeni yaptı, şimdi sıra, önü açılan barışı sağlamlaştırmak için AKP’nin güçlü ve güvenilir adımlar atmasında.
Başbakan’ın hemen Ahmet Türk’le görüşmesinin bu olumlu havaya büyük katkıları olacağına inanıyorum.
Barış istemeyen Kürtlerle Türkler elele veriyor, bu işbirliğini bütün kışkırtıcı eylemlerde görüyoruz, “barış” isteyen Kürtlerle Türkler de elele vermeli.
Çocuklarımıza sadece “ölümde” değil “hayatta” da var olabileceklerini kanıtlamak, onları yaşatmak ancak “barış isteyenlerin” başarabileceği bir iş.
Üstelik barışı gerçekleştirenler, “var olduklarını” bütün ruhlarında hissedip, kim olduklarını sadece bugün yaşayanlara değil tarihe de anlatabilirler.
http://taraf.com.tr/makale/9107.htm
Bu ülkeyle ilgili basit bir gerçek söyleyeyim size, Türkiye’de “otuz yaşın altında” kırk milyon genç yaşıyor.
Söylediğim bu “basit” gerçek belki bizi Avrupa’nın “en genç” ülkesi yapıyor ama aynı zamanda “belaya” da en açık ülkesi yapıyor.
Kırk milyon gencin çok büyük çoğunluğunun bir mesleği yok.
“Sen kimsin” diye sorulduğunda bu çocuklar “tesisatçıyım, mimarım, mühendisim, duvar ustasıyım” diye cevap veremiyorlar, kim olduklarını anlatmak için “dinlerini ya da ırklarını” söylemek zorundalar.
Bir meslek sahibi değilsen bir ırk sahibi olmak zorundasın çünkü.
Aslında eski işlerin, eski mesleklerin kaybolduğu, yeni mesleklerin ortaya çıktığı, işsizliğin çok arttığı “kürselleşme” döneminde dünyanın birçok yerinde “ırkçı” partilerin artmasının önemli nedenlerinden biri de belki bu.
Mesleksiz insanlar, genellikle entelektüel bir derinlikten de yoksun olduklarından, ırkçılığın ve faşizmin katarına atlamak mecburiyetinde kalırlar.
Bir de yirmi beş yıl sürmüş “ırk savaşı” varsa, birikmiş öfkelerle “ırkçı” hale gelmek bu mesleksiz genç insanlar için çok kolaydır.
Hiç unutmayın ki insanoğlunun temel zaaflarından biri “var olduğunu” sürekli olarak kanıtlama zorunluluğu hissetmesidir.
Bu “büyük zaaf”, bu “kendini kanıtlama” arzusu, bir yandan insanları bir şeyler yapmaya, bir şeyler icat etmeye, bir şeyle bulmaya zorlayarak insanlığın ilerlemesini sağlar, bir yandan da bir şey yapamayanları “hastalandırıp” onları birer ırk ya da din fanatiğine çevirir.
Başarımız ve hastalığımız aynı kökten yeşerir.
Biz, “kürselleşmenin” getirdiği zorluklardan önce de Çetin Altan’ın hep söylediği gibi mesleksiz bir toplumduk.
Var olduğunu kanıtlama isteği ile mesleksizliğin çatıştığı noktalarda hastalandı insanlar.
Bu hastalık, savaşla birlikte daha da ateşlendi.
Barış ihtimali ortaya çıktıktan sonra yaşadıklarımızı bir düşünün, İzmir’i, Çanakkale’yi, Diyarbakır’ı, Dolapdere’yi bir düşünün.
Neredeyse barışa karşı bir isyan vardı.
Çünkü barış geldiğinde milyonlarca genç, varlıklarını “ırklarının ya da dinlerinin” dışında bir nitelemeyle tarif etmek zorunda kalacaklardı ve varlıklarını belirleyecek bir meslekleri yoktu.
Böyle mesleksiz bir kalabalıkla biz hep belanın kenarında yaşarken, iç savaş insanlara “bir ırk” verdi, barış bu “ırk” vurgusunu geri almaya kalktı.
Barışla birlikte hayat güvenceleri olacaktı ama o güvenli hayatın içinde “varlıklarını” hissedemeyeceklerdi.
Türk ve Kürt gençleri neredeyse birlikte barışı lanetlediler.
O çocukları yatıştırması gerekenler, onlara “var olabilecekleri”, meslek edinebilecekleri bir hayat vaat etmesi gerekenler ise onların zaaflarını kullanarak bu çocukları ölüme yönlendirdiler.
Çünkü bu gençler, kendilerini “yok” hissedecekleri hayatı yaşayacaklarına, kendilerini “var” hissedebilecekleri bir ölüm yoluna çıkmayı tercih ediyorlardı.
CHP ile MHP, Türk gençlerini savaşa ve ölüme doğru kışkırttı.
AKP, önerdiği barışa tam sahip çıkıp gereklerini süratle yerine getiremeyerek ortada kaldı.
DTP durdu.
PKK ise sokak eylemleriyle ve Reşadiye baskınıyla Kürt gençlerini ölüme sürdü.
Çeşitli yerlerde küçük çapta iç savaş görüntüleri yaşandı.
Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla “barış” için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi.
Dün Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamalarla, birçok insanın “öldü” dediği “barış açılımına” can verdi, DTP’lilerin Meclis’e dönmesi gerektiğini vurguladı, “askerlerin ve gerillaların ölmemesini istediğini” söyleyerek en azından şimdilik PKK baskınlarını durdurdu, Reşadiye’den hiç söz etmeden PKK’nın içine giren Ergenekon meselesini gündeme getirdi.
Apo, dünkü açıklamalarıyla barışa büyük bir katkıda bulundu.
Eğer bu çizgisini “gücünü göstermek” için değiştirmezse bu toplumun barışa kavuşmasında büyük bir rol oynar, eminim ki bu toplum da “barışa” yardım eden Apo’ya borcunu bir gün öder.
Apo üstüne düşeni yaptı, şimdi sıra, önü açılan barışı sağlamlaştırmak için AKP’nin güçlü ve güvenilir adımlar atmasında.
Başbakan’ın hemen Ahmet Türk’le görüşmesinin bu olumlu havaya büyük katkıları olacağına inanıyorum.
Barış istemeyen Kürtlerle Türkler elele veriyor, bu işbirliğini bütün kışkırtıcı eylemlerde görüyoruz, “barış” isteyen Kürtlerle Türkler de elele vermeli.
Çocuklarımıza sadece “ölümde” değil “hayatta” da var olabileceklerini kanıtlamak, onları yaşatmak ancak “barış isteyenlerin” başarabileceği bir iş.
Üstelik barışı gerçekleştirenler, “var olduklarını” bütün ruhlarında hissedip, kim olduklarını sadece bugün yaşayanlara değil tarihe de anlatabilirler.
http://taraf.com.tr/makale/9107.htm
Labels:
ahmet altan,
pkk,
savaş
Monday, December 14, 2009
Kürt Ergenekon ve ‘derin’ Öcalan
Belki de bazı DTP milletvekilleri ile KCK’nın başını çekenler, gençleri eylemlere yönlendirilme konusunda Ergenekon’un kucağındaki bir ‘adi ortaklık’ gibi birlikte çalışıyor. Türk’ün; “Kürtlerin gözü kulağı İmralı’dadır, İmralı toplumsal barışın en hassas noktasıdır” anlatımı ile “Açılım burada bitmiştir” diyen Ayna’nın aynı çizgide biraraya gelmesi, acaba ortak bir yerden tehdit almalarınamı dayanıyor? Baydemir’in önderliğinde görüş açıklayan 98 belediye başkanının en az yarısı için de aynı tehdit mi söz konusu? DTP, Türkiye’deki Kürtlerin istatistiklere göre üçte birinden daha az bir oranını temsil ediyorsa, acaba tehditlerle diğer üçte iki de sindirilerek yandaş gibi mi gösteriliyor?
En başından itibaren Kesire’nin babası, Baki Tuğ, Pilot Necati üçgeninde ‘derinlerin efendisi’ olan bir Apo gerçeği var mı? Diğer Kürt yapılanmalar yok edilirken, yalnızca PKK’nın bırakılması bir tesadüf mü? Ya da Ergenekon ile içli dışlı olan PKK’nın üst düzey yöneticilerinin durumları ne? Öcalan’ı şu anda da elinde tutanlar, ortalığı bilinçli bir biçimde, AKP’ye ve içi boş olan ‘demokratik açılım’a karşı doldurmadılar mı? İmralı’nın F tipine dönüştürülmesi ile Öcalan da el değiştirecek. Acaba Öcalan’ın, Ergenekon’un tahakküm alanından çıkacak olması, onun hamisi derin yapıyı çok mu rahatsız eder?
DTP tabanının dışındaki Kürt nüfusu, devlete güveni hep erozyona uğratılmış olsa bile, asla bir oyuna gelmeyecek. Bütün Kürt nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturan DTP’nin tabanı da, çevrilen derin dolapları yutacak kadar saf değil. Öcalan, ‘Apo Britanica’nın bütün ciltlerinde, Kürtleri küçümseyen, aşağılayan, kendini Kürtleri kurtaracak tek lider ve bir peygamber gören tavrı sergiliyor. Yakalandığı günden beri Öcalan, derin devlet tarafından zulmedilen Kürtler için, bir kerecik bile parmağını oynattı mı acaba? 11 yıl cezaevinde kalıp, Kürtlerin en zorunlu konuları için, bir günlük açlık grevi bile yapmayan, kişisel sorunlarından başka hiçbir şey için örgütü harekete geçirmeyen, başka bir özgürlük savaşçısı lideri var mıdır acaba?
Derin güçlerin elemanları, açıktan savaş taktikleri, gizliden tehditleri ve C(M)HP’nin bel altından vurma stratejileri ile amaçlarına ulaşamadılar ki; şimdi de “TC’ye hizmet etmeye hazırım” diyen Öcalan da, ‘derin yapı’ tarafından, şiddete başvurması için acilen kullanılıyor. O da yine her zamanki gibi, yalnızca kendi çıkarları için, PKK ve KCK’yı kullanarak eylemler yapıyor. Peki, ne için? Sakın bana heval hakları için demeyin. Yalnızca kendi menfaatleri için. Hem de onlarca gencin ölümüne bile aldırmaksızın. “Analar çok Mehmetler doğuruyor” diyenlerle; “her evden bir Kürt gencin ölüsü çıksın da, benim için mücadeleye devam edilsin” diyen Öcalan arasında bir fark var mı Tanrı aşkına?
Öcalan’ın bu taktiğinde, Ergenekon arkadaşları, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün ötesinde, başka hangi derin yol arkadaşlarının da katkısı vardır? Bu sorunun yanıtını da, sanırım bizim Baransu’nun ortaya koyacağı, yeni bir devlet belgesi ile net bir şekilde göreceğiz. Batman, Şanlıurfa, Mardin, Bingöl, Siirt, Bitlis, Hakkâri, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Antalya’da, Kürtler ile bire bir yaptığımız görüşmeler ve anketlerden çıkan sonuçlara göre, son terör olaylarındaki amaç;
1. Kürt açılımını ve AKP iktidarını C(M)HP’ye dönüştürmek;
2. Kürt gençlerinin kanını, devam etmesi arzulanan kirli savaş sonucu, kişisel zenginlik ve iktidarlarına kaynak yapmak;
3. Şiddetin devamı yöntemiyle kendilerinin ve bölgedeki derin yapının kalıcılığını sağlamak;
4. AK Parti’nin bile bölgedeki kendi tabanının sesine kulak vermekte aciz kaldığını göstererek, ceberut devlet görevlilerinin hâlâ oralarda mesleklerine devam ettiğini Kürtlere göstererek, bölgeyi yalnızca ‘derin PKK’ ile ‘derin devlet’e bırakmak;
5. Kamuoyu vicdanında, Ergenekon yapısının kutsanması ve Ergenekon’un terör eylemlerinin meşrulaştırılması için, PKK ve DTP’ye karşı, aynı onların şiddet yöntemleriyle yanıt verilmesini sağlamak;
6. Kürt sorununun çözümüne yönelik AKP’nin iyi niyetine karşılık, PKK ve KCK’nın şiddet ile yanıt vermesi, Anadolu insanının; ‘Kürtler yalnızca şiddetten anlar’, sakat ve yanlış düşüncesi oluşurken, ‘derin PKK’ ve ‘derin devlet’ tarafından da bu düşünce körüklenmektedir. Kürtler, güvenilecek insani değerlere sahip devlet temsilcilerini bu bölgede neredeyse hiç görmedikleri için, sessiz kalarak, PKK’nın yanındaymış gibi algılanıyor.
Kürt dostlarımızı gücendirmemek için; Öcalan’ı ve KCK’nin savaş çığırtkanlıklarını, Kürtlere havale ediyorum. Biliyoruz ki, Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktan memnun olmadıkça, biz de bu topraklarda huzurlu ol(a)mayacağız. Kürtler; ‘bir ağaç gibi özgür / bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamadıkça, bizim de hürriyetimiz üniformalı ve sivil devlet yöneticilerince hep baskı altında olacak.
O zaman, alabildiğine demokratik açılım ve inadına Kürt sorununun çözümüne devam. Öncelikle de ceberut memurları devletten temizleyerek!..
http://taraf.com.tr/makale/9024.htm
En başından itibaren Kesire’nin babası, Baki Tuğ, Pilot Necati üçgeninde ‘derinlerin efendisi’ olan bir Apo gerçeği var mı? Diğer Kürt yapılanmalar yok edilirken, yalnızca PKK’nın bırakılması bir tesadüf mü? Ya da Ergenekon ile içli dışlı olan PKK’nın üst düzey yöneticilerinin durumları ne? Öcalan’ı şu anda da elinde tutanlar, ortalığı bilinçli bir biçimde, AKP’ye ve içi boş olan ‘demokratik açılım’a karşı doldurmadılar mı? İmralı’nın F tipine dönüştürülmesi ile Öcalan da el değiştirecek. Acaba Öcalan’ın, Ergenekon’un tahakküm alanından çıkacak olması, onun hamisi derin yapıyı çok mu rahatsız eder?
DTP tabanının dışındaki Kürt nüfusu, devlete güveni hep erozyona uğratılmış olsa bile, asla bir oyuna gelmeyecek. Bütün Kürt nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturan DTP’nin tabanı da, çevrilen derin dolapları yutacak kadar saf değil. Öcalan, ‘Apo Britanica’nın bütün ciltlerinde, Kürtleri küçümseyen, aşağılayan, kendini Kürtleri kurtaracak tek lider ve bir peygamber gören tavrı sergiliyor. Yakalandığı günden beri Öcalan, derin devlet tarafından zulmedilen Kürtler için, bir kerecik bile parmağını oynattı mı acaba? 11 yıl cezaevinde kalıp, Kürtlerin en zorunlu konuları için, bir günlük açlık grevi bile yapmayan, kişisel sorunlarından başka hiçbir şey için örgütü harekete geçirmeyen, başka bir özgürlük savaşçısı lideri var mıdır acaba?
Derin güçlerin elemanları, açıktan savaş taktikleri, gizliden tehditleri ve C(M)HP’nin bel altından vurma stratejileri ile amaçlarına ulaşamadılar ki; şimdi de “TC’ye hizmet etmeye hazırım” diyen Öcalan da, ‘derin yapı’ tarafından, şiddete başvurması için acilen kullanılıyor. O da yine her zamanki gibi, yalnızca kendi çıkarları için, PKK ve KCK’yı kullanarak eylemler yapıyor. Peki, ne için? Sakın bana heval hakları için demeyin. Yalnızca kendi menfaatleri için. Hem de onlarca gencin ölümüne bile aldırmaksızın. “Analar çok Mehmetler doğuruyor” diyenlerle; “her evden bir Kürt gencin ölüsü çıksın da, benim için mücadeleye devam edilsin” diyen Öcalan arasında bir fark var mı Tanrı aşkına?
Öcalan’ın bu taktiğinde, Ergenekon arkadaşları, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün ötesinde, başka hangi derin yol arkadaşlarının da katkısı vardır? Bu sorunun yanıtını da, sanırım bizim Baransu’nun ortaya koyacağı, yeni bir devlet belgesi ile net bir şekilde göreceğiz. Batman, Şanlıurfa, Mardin, Bingöl, Siirt, Bitlis, Hakkâri, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Antalya’da, Kürtler ile bire bir yaptığımız görüşmeler ve anketlerden çıkan sonuçlara göre, son terör olaylarındaki amaç;
1. Kürt açılımını ve AKP iktidarını C(M)HP’ye dönüştürmek;
2. Kürt gençlerinin kanını, devam etmesi arzulanan kirli savaş sonucu, kişisel zenginlik ve iktidarlarına kaynak yapmak;
3. Şiddetin devamı yöntemiyle kendilerinin ve bölgedeki derin yapının kalıcılığını sağlamak;
4. AK Parti’nin bile bölgedeki kendi tabanının sesine kulak vermekte aciz kaldığını göstererek, ceberut devlet görevlilerinin hâlâ oralarda mesleklerine devam ettiğini Kürtlere göstererek, bölgeyi yalnızca ‘derin PKK’ ile ‘derin devlet’e bırakmak;
5. Kamuoyu vicdanında, Ergenekon yapısının kutsanması ve Ergenekon’un terör eylemlerinin meşrulaştırılması için, PKK ve DTP’ye karşı, aynı onların şiddet yöntemleriyle yanıt verilmesini sağlamak;
6. Kürt sorununun çözümüne yönelik AKP’nin iyi niyetine karşılık, PKK ve KCK’nın şiddet ile yanıt vermesi, Anadolu insanının; ‘Kürtler yalnızca şiddetten anlar’, sakat ve yanlış düşüncesi oluşurken, ‘derin PKK’ ve ‘derin devlet’ tarafından da bu düşünce körüklenmektedir. Kürtler, güvenilecek insani değerlere sahip devlet temsilcilerini bu bölgede neredeyse hiç görmedikleri için, sessiz kalarak, PKK’nın yanındaymış gibi algılanıyor.
Kürt dostlarımızı gücendirmemek için; Öcalan’ı ve KCK’nin savaş çığırtkanlıklarını, Kürtlere havale ediyorum. Biliyoruz ki, Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktan memnun olmadıkça, biz de bu topraklarda huzurlu ol(a)mayacağız. Kürtler; ‘bir ağaç gibi özgür / bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamadıkça, bizim de hürriyetimiz üniformalı ve sivil devlet yöneticilerince hep baskı altında olacak.
O zaman, alabildiğine demokratik açılım ve inadına Kürt sorununun çözümüne devam. Öncelikle de ceberut memurları devletten temizleyerek!..
http://taraf.com.tr/makale/9024.htm
DTP kapatıldı
Beklenen oldu. DTP 11 aralık tarihi itibariyle tarih oldu. Kemalist ideologlar, iktidar sahipleri toplum mühendisliği yapmaya devam ediyorlar. Bu adımın sonu da diğerlerinden farklı olmayacak. Kemalist güç odaklarının alanı daralmaya devam edecek. İktidarı elden bırakmamak istedikleri sürece bu tip adımlar atıp toplumu terorize etmeye çalışacaklar. Başarılı olamayacaklarını bile bile yapıp savaşarak iktidarı verecekler. Umarım çok kan akmaz. Kürt halkı uzun zamandır esaret altında bulunduğu devleti dize getirip istediklerini alacaktır. Fakat soru bunu aldığı zaman türk halkı ile ortaklık yapıp yeni bir anayasa ile çoğunluğun rızasını almaya muvaffak olup olamayacağıdır. Bence başarılı olacaktır. Eğer PKK'nın Ergenekonun maşası olduğu yeni olaylarla ve ititraflarla ortaya çıktıkça bu süreç kolaylaşacaktır.
Kemalistler ise bana kalırsa PKK sempatizanı olmaya doğru adım adım ilerlemektedirler. İstedikleri terör ortamını gerçekleştirebilecek tek unsur PKK kaldı. Onunla uzlaşarak istenile ortam ve darbe gerçekleşebilir.
İttihatçılar için çareler tükenmez. Emanuel Karasu'lar da, Talat'lar da , Enver'ler de , Mustafa Kemal'ler de , Ali Şükrü bey'ler de bu ülkede yaşamaya devam ediyor. Ali Şükrü ve 2. Grup bu sefer çok avantajlı. Bakalım ne olacak..
Kemalistler ise bana kalırsa PKK sempatizanı olmaya doğru adım adım ilerlemektedirler. İstedikleri terör ortamını gerçekleştirebilecek tek unsur PKK kaldı. Onunla uzlaşarak istenile ortam ve darbe gerçekleşebilir.
İttihatçılar için çareler tükenmez. Emanuel Karasu'lar da, Talat'lar da , Enver'ler de , Mustafa Kemal'ler de , Ali Şükrü bey'ler de bu ülkede yaşamaya devam ediyor. Ali Şükrü ve 2. Grup bu sefer çok avantajlı. Bakalım ne olacak..
Thursday, December 3, 2009
Şer odakları ve devlet
Gayrımüslimlerin sorunlarıyla ilgilenmeyecek, Yahudilere ise hiç değinmeyecektim bu köşede. Kendi kendime söz vermiştim.
Ne zaman Yahudiler gündeme gelse, ne zaman İsrail bir halt etse, telefonum çalmaya başlar. Bir de burada Yahudilik etsem, iyice tepeme çıkacaklar, hiç bilmediğim konularda görüş belirtmemi isteyenlerin sayısı daha da artacak. En çok da dinî konularda bana danışanlara bayılıyorum! “Uydursam inanır mı acaba?” diye içimden geçirdikten sonra, “Anneme veya Hahambaşılığa danışın lütfen” diyorum.
İşin kötüsü, annem inanır inanmasına ama, Yahudi dininin ayrıntılarını bildiği söylenemez. Teoloji bilgisi, “Tanrı vardır ve Yahudilik iyi bir şeydir” düzeyinin çok da ötesine geçmez. Halkımızın yüzde 90’ı nasıl Müslüman’sa, annem de öyle Yahudi yani.
Söz vermiştim ama, sözü veren de benim, alan da ben. Tutmasam kime ne?
“Kafes” planını hazırlayan bahriyeliler Ermeni, Rum ve Yahudi öldürmeyi, kaçırmayı, korkutmayı, fişlemeyi planlamış. Böyle durumlarda Yahudiliğimi hatırlamadan edemiyorum!
Bir gece kuytu bir köşede karşıma tertemiz, ütülü, bembeyaz amiral üniformasıyla herifin biri çıksa, elinde bir LAW silahı veya bıçak olsa, cüzdanımı uzatsam, almasa. Ne istediğini sorduğumda “Canını” dese. “Niye” diye sorsam, “Yahudi olduğun için” dese, gerçekten çok bozulurum!
Doğal olarak, “Komutanım,” derim, “pek dindar bir kişiye benzemiyorsunuz, çok laik bir görünümünüz var, Yahudi öldüreceksiniz de ne olacak?”
Koca amiral, dersini iyi çalışmış olacaktır elbet. Cevabı yapıştırır:
“Gayrımüslimler üzerinde korkutucu propaganda icra edilecek ve söz konusu faaliyetler kaynağı bakımından kara propaganda ile AKP ve AKP’ye destek veren diğer şer odaklarınca icra edilmiş gibi gösterilecektir.”
Beklenmedik bir tekvando hamlesiyle silahı elinden alıp adamı yere serdikten sonra, şöyle şeyler düşünürüm herhalde:
Osmanlı’nın son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde azınlıkları öldürmeyi amaçlayan ilk plan değil bu. Sadece öldürmeyi değil, kaçmalarını sağlayarak yok etmeyi amaçlayanları da sayarsak, Ermeni katliamıyla başlayıp günümüzün düşük yoğunluklu savaşına kadar gelen ve arada Dersim katliamı, Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Rumların sınırdışı edilmesi gibi uygulamalardan geçen uzun, kanlı ve gaddar bir tarih yaşandı ve yaşanıyor bu topraklarda.
Bütün bu uygulamaların ortak bir noktası var. Hepsini aynı “şer odağı” planlamış ve hayata geçirmiş: Devlet.
Türkiye’de azınlıklara karşı yapılan barbarlıkların hiçbirinde Müslümanların parmağı yok, tek bir tanesi bile İslâm adına yapılmamış. Öldürülen veya kaçıp giden hiçbir Ermeni veya Rumun arkasından “Allah-ü ekber” diye bağırılmamış, tekbir çekilmemiş.
Şaşacak bir şey de yok üstelik bunda. Tüm Ortadoğu’da hâlâ bugün, yani İsrail devletinin tüm yaptıklarından sonra, dinibütün Müslümanlar tarafından salt Yahudi olduğu için öldürülen ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Filistin topraklarında ölüm kol gezer elbet, ama öldüren Müslüman olduğu için öldürmez, öldürülen Yahudi olduğu için öldürülmez. Biri işgale karşı direndiği için, diğeri işgalci olduğu için oluyordur olanlar.
Mısır, İran ve Suriye’de, örneğin, hâlâ Yahudi cemaatleri var. Ve bunlar, İsrail’in politikalarının ve eylemlerinin yarattığı gerginliğe rağmen, yaşayıp gider. Hahamları vardır, sinagogları vardır. İsrail Gazze’ye saldırdığı zaman gerginlik yaşarlar elbet, ama ne Müslümanların saldırısına uğrarlar, ne ibadet yerleri bombalanır, ne de mahalleleri ateşe verilir.
Türkiye’de de sorun hiçbir zaman “Müslümanlar” olmamış. Sorunları yaratanlar İslâm dinine aitmiş kuşkusuz, ama bu nedenle değil, devlet görevlisi oldukları için yapmışlar yaptıklarını.
Ne var ki, amirallerin planlarını hazırlayanlar aptal değil. Gayrımüslimler art arda cinayetlere kurban gitmeye başlasa, önce CHP, ardından Ertuğrul Özkök, rektörler, yargıçlar, Atatürkçü Düşünce Dernekleri ve Genelkurmay “Müslümanlar sevgili azınlıklarımızı öldürüyor” diye feryat etse, kimse buna inanmaz mı? Bal gibi inanır.
Türkiye’de inanmaya hazır, eli bayraklı, yakası Atatürk rozetli bir kitle zaten mevcut. Batı dünyasında ise genel İslâm düşmanlığı havasının yarattığı çok daha büyük bir kitle mevcut. Elbette inanırlardı.
AKP de, biz azınlıklar da direkten döndük.
Ben zaten hayatımda Müslümanlardan hiç korkmadım, hiçbir Müslüman’la sorunum olmadı. Bu devletle ise hep sorunum var.
http://taraf.com.tr/makale/8811.htm
Ne zaman Yahudiler gündeme gelse, ne zaman İsrail bir halt etse, telefonum çalmaya başlar. Bir de burada Yahudilik etsem, iyice tepeme çıkacaklar, hiç bilmediğim konularda görüş belirtmemi isteyenlerin sayısı daha da artacak. En çok da dinî konularda bana danışanlara bayılıyorum! “Uydursam inanır mı acaba?” diye içimden geçirdikten sonra, “Anneme veya Hahambaşılığa danışın lütfen” diyorum.
İşin kötüsü, annem inanır inanmasına ama, Yahudi dininin ayrıntılarını bildiği söylenemez. Teoloji bilgisi, “Tanrı vardır ve Yahudilik iyi bir şeydir” düzeyinin çok da ötesine geçmez. Halkımızın yüzde 90’ı nasıl Müslüman’sa, annem de öyle Yahudi yani.
Söz vermiştim ama, sözü veren de benim, alan da ben. Tutmasam kime ne?
“Kafes” planını hazırlayan bahriyeliler Ermeni, Rum ve Yahudi öldürmeyi, kaçırmayı, korkutmayı, fişlemeyi planlamış. Böyle durumlarda Yahudiliğimi hatırlamadan edemiyorum!
Bir gece kuytu bir köşede karşıma tertemiz, ütülü, bembeyaz amiral üniformasıyla herifin biri çıksa, elinde bir LAW silahı veya bıçak olsa, cüzdanımı uzatsam, almasa. Ne istediğini sorduğumda “Canını” dese. “Niye” diye sorsam, “Yahudi olduğun için” dese, gerçekten çok bozulurum!
Doğal olarak, “Komutanım,” derim, “pek dindar bir kişiye benzemiyorsunuz, çok laik bir görünümünüz var, Yahudi öldüreceksiniz de ne olacak?”
Koca amiral, dersini iyi çalışmış olacaktır elbet. Cevabı yapıştırır:
“Gayrımüslimler üzerinde korkutucu propaganda icra edilecek ve söz konusu faaliyetler kaynağı bakımından kara propaganda ile AKP ve AKP’ye destek veren diğer şer odaklarınca icra edilmiş gibi gösterilecektir.”
Beklenmedik bir tekvando hamlesiyle silahı elinden alıp adamı yere serdikten sonra, şöyle şeyler düşünürüm herhalde:
Osmanlı’nın son döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde azınlıkları öldürmeyi amaçlayan ilk plan değil bu. Sadece öldürmeyi değil, kaçmalarını sağlayarak yok etmeyi amaçlayanları da sayarsak, Ermeni katliamıyla başlayıp günümüzün düşük yoğunluklu savaşına kadar gelen ve arada Dersim katliamı, Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Rumların sınırdışı edilmesi gibi uygulamalardan geçen uzun, kanlı ve gaddar bir tarih yaşandı ve yaşanıyor bu topraklarda.
Bütün bu uygulamaların ortak bir noktası var. Hepsini aynı “şer odağı” planlamış ve hayata geçirmiş: Devlet.
Türkiye’de azınlıklara karşı yapılan barbarlıkların hiçbirinde Müslümanların parmağı yok, tek bir tanesi bile İslâm adına yapılmamış. Öldürülen veya kaçıp giden hiçbir Ermeni veya Rumun arkasından “Allah-ü ekber” diye bağırılmamış, tekbir çekilmemiş.
Şaşacak bir şey de yok üstelik bunda. Tüm Ortadoğu’da hâlâ bugün, yani İsrail devletinin tüm yaptıklarından sonra, dinibütün Müslümanlar tarafından salt Yahudi olduğu için öldürülen ya hiç yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Filistin topraklarında ölüm kol gezer elbet, ama öldüren Müslüman olduğu için öldürmez, öldürülen Yahudi olduğu için öldürülmez. Biri işgale karşı direndiği için, diğeri işgalci olduğu için oluyordur olanlar.
Mısır, İran ve Suriye’de, örneğin, hâlâ Yahudi cemaatleri var. Ve bunlar, İsrail’in politikalarının ve eylemlerinin yarattığı gerginliğe rağmen, yaşayıp gider. Hahamları vardır, sinagogları vardır. İsrail Gazze’ye saldırdığı zaman gerginlik yaşarlar elbet, ama ne Müslümanların saldırısına uğrarlar, ne ibadet yerleri bombalanır, ne de mahalleleri ateşe verilir.
Türkiye’de de sorun hiçbir zaman “Müslümanlar” olmamış. Sorunları yaratanlar İslâm dinine aitmiş kuşkusuz, ama bu nedenle değil, devlet görevlisi oldukları için yapmışlar yaptıklarını.
Ne var ki, amirallerin planlarını hazırlayanlar aptal değil. Gayrımüslimler art arda cinayetlere kurban gitmeye başlasa, önce CHP, ardından Ertuğrul Özkök, rektörler, yargıçlar, Atatürkçü Düşünce Dernekleri ve Genelkurmay “Müslümanlar sevgili azınlıklarımızı öldürüyor” diye feryat etse, kimse buna inanmaz mı? Bal gibi inanır.
Türkiye’de inanmaya hazır, eli bayraklı, yakası Atatürk rozetli bir kitle zaten mevcut. Batı dünyasında ise genel İslâm düşmanlığı havasının yarattığı çok daha büyük bir kitle mevcut. Elbette inanırlardı.
AKP de, biz azınlıklar da direkten döndük.
Ben zaten hayatımda Müslümanlardan hiç korkmadım, hiçbir Müslüman’la sorunum olmadı. Bu devletle ise hep sorunum var.
http://taraf.com.tr/makale/8811.htm
Labels:
ergenekon,
roni margulies,
tsk
Tuesday, December 1, 2009
İzmir dellenmesi ve ‘biz kardeşiz’ edebiyatı
Beyaz Türklerin İzmir dellenmesinin ardından dile getirilen, “İzmirliler Kürtlerle bu şehirde yıllardan beri yan yana kardeşçe yaşıyorlardı, bu kardeşlik duygusunu hükümetin ‘Kürt açılımı’ bozdu” izahlarının tamamen doğru olduğu kanaatindeyim... Bu izahatın sahipleriyle ihtilafım şurada ki, “kardeşlik”ten farklı şeyler anlıyoruz. Onlara göre kardeşlik şefkattir, bana göreyse eşitlik içermeyen bir kardeşlik hakiki manada kardeşlik sayılamaz...
Bir “şefkat kardeşliği”ne eşitlik zerk etmeye kalkarsanız, istisnalar hariç karşılaşacağınız şey, şefkatin azalmasıdır. Çünkü şefkat, eşitsizliğin tarlasında boy atan bir duygudur ve yönü kuvvetliden zayıfa doğrudur. Bence İzmirli taşçılar, “Kardeştik, ‘açılım’ bizi bozdu” derken, “Beni, eşitim görmediğim fakat sevip şefkat duyduğum Kürt kardeşimle eşit kılarsanız, ona olan sevgim ve şefkatim azalır” demiş oluyorlar. İzmirliler, Kürtleri Türklerle eşit kılmayı hedefleyen politikalar söz konusu olduğunda neden zona çıkardıklarını irdelemedikleri sürece, “Kürt kardeşleriyle” aralarına “eşitlik mikrobu” sokan ve böylece onlara karşı şefkatlerinin azalması sonucunu doğuran “açılım” sürecini lanetlemeye devam edecekler.
Yazının bundan sonrasında bu özeti açmaya, söylediklerimi temellendirmeye çalışacağım...
Amele Kürt - müteahhit Kürt
Orhan Miroğlu Taraf’ta, kendi başından geçen bir hikâyeyi anlattı geçenlerde... Anlattıkları, “Türk-Kürt kardeşliği”nin Türkler açısından özünü (abi-kardeş ilişkisi) ve zayıflığını (eşitsizlikle malûl bir şefkat kardeşliği) ortaya koyarak benim yukarıda özetlediğim durumu doğrular nitelikteydi. Hatırlayalım Miroğlu’nun yazdıklarını:
“Cezaevinden çıktığım yıllarda, yasal haklarım elimden alınmıştı. Mesleğim olan edebiyat öğretmenliğini yapamıyordum. Ben de ekmek parası için sermayesiz Kürtlerin genellikle yaptığı işlerin peşinden koştum durdum. Bu işlerin başında bildiğiniz gibi, inşaat işleri gelir. Bir ara, Ankara’da zor bela ve tam da Kızılay’da bir binanın onarım işini yapıyordum. Mevsim kış. Binaya malzeme gidecek ama trafik polisinden izin almak gerekiyor. Araçlarının içinde duran polislere gittim ve derdimi anlatmaya başladım. Beni dinledikten sonra amirleri ‘Siz nerelisiniz (diye sordu. ‘Mardinliyim’ dedim. ‘Ya’ dedi, ‘Mardin’den gelmişsiniz ve Kızılay’ın ortasında bu işi yapıyorsunuz!’ Ne diyeyim, sustum kaldım tabii, ‘Evet’ demekle yetindim. İş dediği muteber bir müteahhidin hiç uğraşmayacağı bir iş aslında Ama Ankara’nın adı var, Kızılay’ın başka namı var. Ve amir bey, Mardinli bir müteahhidi Kızılay’daki bir işe pek uygun bulmamıştı anlaşılan... Onun gözünde Mardinli elinde keleşkof dağlarda gezen biri olmalıydı, bu havada, kış kıyamette ne işi vardı Kızılay’da.”
Miroğlu’nun en sondaki hüküm cümlesi doğru fakat eksik... O trafik polisi “elinde keleşkof dağlarda gezen” bir Mardinliyi yadırgamazdı, evet... Fakat Çankaya’daki bir inşaatta amele olarak çalışan Mardinli bir Kürdü de yadırgamazdı... Daha önemlisi, “müteahhit” ve “dağlarda gezen” Mardinliye karşı negatif duygular beslerken, “amele” Mardinliye büyük bir ihtimalle “şefkat” duyacaktır. Neden? Çünkü ilk iki “Mardinli” en azından potansiyel olarak “eşitlik” talebinde bulunmaktayken, böyle bir şey üçüncü “Mardinli”nin aklından bile geçmemektedir. (Nasıl ki, okulda “türban”ıyla hademelik yapan kadın değil de, onun okuyup öğretmen olmuş ve “türban” takmaya devam eden kızı problem teşkil etmektedir.)
Baba, oğul, üvey kardeş ya da devlet, Türkler, Kürtler...
Yıllardır Kürtlerin “kardeşimiz” olduğunu söyleyip duruyoruz. Doğru, fakat bu kardeşliğin eşit bir kardeşlik olduğunu söyleyebilir miyiz? Çoğu abi-kardeşlikte olduğu gibi, yönü abiden kardeşe olan bir şefkat var, tamam, fakat bu şefkatin sürmesi için neyin gerektiğini de hepimiz tecrübelerimizden biliriz: Abinin imtiyazlarına saygı ve abiye itaat... Bir küçük kardeşin abisine “Ben senden yaşça küçük olabilirim, fakat bu aynı haklara sahip olmadığımız anlamına gelmez” dediğinde başına ne gelirse, şu anda Kürtlerin başına da o geliyor.
Psikiyatr Prof. Dr. Doğan Şahin, Habertürk’ten Kutlu Esendemir’e birkaç hafta önce verdiği bir söyleşide, bunları “üvey kardeş” metaforu üzerinden çok güzel anlatmıştı. Esendemir’in “Uzun aradan sonra yine İstanbul sokakları, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazılarıyla dolmaya başladı” hatırlatması üzerine bakın Doğan Şahin neler demişti:
“Yıllardır düşman olarak gösterilen karşı tarafın, birden devlet tarafından kabul edilmesinin yarattığı şaşkınlık ve tepkidir. Aslında şuna benzetilebilir: Yıllardır evden dışlanan, horlanan bir üvey kardeşiniz var, ailenin gerçek sahibi ve varisi olarak kendinizi görüyorsunuz, ama birden babanız o zamana kadar aile yemeğine alınmayan bu kardeşi sofraya çağırıyor.
“Oysa yıllarca, kardeşiniz hakkında en olumsuz duyguları beslemeniz için elinden geleni yapmış, sizi ona karşı kışkırtmış, onun gibi olmadığınız için sizi övmüş, her şeyin varisinin siz olacağınızı söyleyip durmuş. Siz de babanızın gözünde artan değerinizin büyüklenmeciliği ile kardeşiniz hakkında atıp tutmuşsunuz. Size zarar vermeye çalıştığını düşünmüşsünüz. Sonra günün birinde babanız birden, ‘hadi bakalım, siz kardeşsiniz, sarılıp öpüşün’ demiş. Öyle bir hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusuna kapılırsınız ki, kendinizi kullanılmış hissedersiniz ve hem babanıza hem kardeşinize karşı intikam duygularına kapılmaya başlarsınız.”
Faşizan eğilimlerin panzehiri
Doğan Şahin’in “üvey evlat” metaforunun, anlamaya hizmet eden o has metaforlardan biri olduğunu hemen teslim edeyim... Fakat bence Dr. Şahin, babanın “siz öz kardeşsiniz” itirafının “esas” kardeşte sadece “intikam duygusu”na yol açtığını söyleyerek eksik bir sonuca varıyor ve metaforuna haksızlık ediyor.
Oysa durum şudur: “Esas” kardeş, üvey bildiği kardeşine karşı o âna kadar beslediği sevgi ve şefkati (artık ne kadarsa), şimdi gerçekten öz kardeşi olduğunu öğrendiği kişiye karşı besleyememektedir. Oysa o, sahip olduğu bu sevgi ve şefkati insancıllığının, uygarlığının kanıtı olarak görmekteydi: Sadece başkalarına karşı değil, kendisine karşı da...
Daha da fenası, övündüğü insancıllığının, uygarlığının köksüzlüğünü ortaya çıkaran şey, kardeşinin kendisiyle eşit olduğunun ilan edilmesidir... İnsanın böyle bir yüzleşme karşısında bütün duygusal kontrolünü kaybedip hırçınlaşmasından doğal bir şey olamaz.
“Taş atan İzmirliler”e gelince... “Demokratik açılım” adlı turnusol kâğıdı, onların “Kürt kardeşliği”nin eşitsizlikle malûl olduğunu gösterdi, bu kardeşliğin sınırlarını ve zaaflarını ortaya çıkardı. Onlar da tıpkı hikâyedeki “asıl kardeş” gibi, sevgi ve şefkat duydukları Kürt kardeşlerinin kendileriyle eşit ilan edilmesinin travmasını yaşıyorlar şimdilerde...
Bu arada biz de hep birlikte bir kez daha gördük ki, faşizan eğilimlerin panzehiri sevgi değil eşitlik duygusudur.
http://taraf.com.tr/makale/8795.htm
Bir “şefkat kardeşliği”ne eşitlik zerk etmeye kalkarsanız, istisnalar hariç karşılaşacağınız şey, şefkatin azalmasıdır. Çünkü şefkat, eşitsizliğin tarlasında boy atan bir duygudur ve yönü kuvvetliden zayıfa doğrudur. Bence İzmirli taşçılar, “Kardeştik, ‘açılım’ bizi bozdu” derken, “Beni, eşitim görmediğim fakat sevip şefkat duyduğum Kürt kardeşimle eşit kılarsanız, ona olan sevgim ve şefkatim azalır” demiş oluyorlar. İzmirliler, Kürtleri Türklerle eşit kılmayı hedefleyen politikalar söz konusu olduğunda neden zona çıkardıklarını irdelemedikleri sürece, “Kürt kardeşleriyle” aralarına “eşitlik mikrobu” sokan ve böylece onlara karşı şefkatlerinin azalması sonucunu doğuran “açılım” sürecini lanetlemeye devam edecekler.
Yazının bundan sonrasında bu özeti açmaya, söylediklerimi temellendirmeye çalışacağım...
Amele Kürt - müteahhit Kürt
Orhan Miroğlu Taraf’ta, kendi başından geçen bir hikâyeyi anlattı geçenlerde... Anlattıkları, “Türk-Kürt kardeşliği”nin Türkler açısından özünü (abi-kardeş ilişkisi) ve zayıflığını (eşitsizlikle malûl bir şefkat kardeşliği) ortaya koyarak benim yukarıda özetlediğim durumu doğrular nitelikteydi. Hatırlayalım Miroğlu’nun yazdıklarını:
“Cezaevinden çıktığım yıllarda, yasal haklarım elimden alınmıştı. Mesleğim olan edebiyat öğretmenliğini yapamıyordum. Ben de ekmek parası için sermayesiz Kürtlerin genellikle yaptığı işlerin peşinden koştum durdum. Bu işlerin başında bildiğiniz gibi, inşaat işleri gelir. Bir ara, Ankara’da zor bela ve tam da Kızılay’da bir binanın onarım işini yapıyordum. Mevsim kış. Binaya malzeme gidecek ama trafik polisinden izin almak gerekiyor. Araçlarının içinde duran polislere gittim ve derdimi anlatmaya başladım. Beni dinledikten sonra amirleri ‘Siz nerelisiniz (diye sordu. ‘Mardinliyim’ dedim. ‘Ya’ dedi, ‘Mardin’den gelmişsiniz ve Kızılay’ın ortasında bu işi yapıyorsunuz!’ Ne diyeyim, sustum kaldım tabii, ‘Evet’ demekle yetindim. İş dediği muteber bir müteahhidin hiç uğraşmayacağı bir iş aslında Ama Ankara’nın adı var, Kızılay’ın başka namı var. Ve amir bey, Mardinli bir müteahhidi Kızılay’daki bir işe pek uygun bulmamıştı anlaşılan... Onun gözünde Mardinli elinde keleşkof dağlarda gezen biri olmalıydı, bu havada, kış kıyamette ne işi vardı Kızılay’da.”
Miroğlu’nun en sondaki hüküm cümlesi doğru fakat eksik... O trafik polisi “elinde keleşkof dağlarda gezen” bir Mardinliyi yadırgamazdı, evet... Fakat Çankaya’daki bir inşaatta amele olarak çalışan Mardinli bir Kürdü de yadırgamazdı... Daha önemlisi, “müteahhit” ve “dağlarda gezen” Mardinliye karşı negatif duygular beslerken, “amele” Mardinliye büyük bir ihtimalle “şefkat” duyacaktır. Neden? Çünkü ilk iki “Mardinli” en azından potansiyel olarak “eşitlik” talebinde bulunmaktayken, böyle bir şey üçüncü “Mardinli”nin aklından bile geçmemektedir. (Nasıl ki, okulda “türban”ıyla hademelik yapan kadın değil de, onun okuyup öğretmen olmuş ve “türban” takmaya devam eden kızı problem teşkil etmektedir.)
Baba, oğul, üvey kardeş ya da devlet, Türkler, Kürtler...
Yıllardır Kürtlerin “kardeşimiz” olduğunu söyleyip duruyoruz. Doğru, fakat bu kardeşliğin eşit bir kardeşlik olduğunu söyleyebilir miyiz? Çoğu abi-kardeşlikte olduğu gibi, yönü abiden kardeşe olan bir şefkat var, tamam, fakat bu şefkatin sürmesi için neyin gerektiğini de hepimiz tecrübelerimizden biliriz: Abinin imtiyazlarına saygı ve abiye itaat... Bir küçük kardeşin abisine “Ben senden yaşça küçük olabilirim, fakat bu aynı haklara sahip olmadığımız anlamına gelmez” dediğinde başına ne gelirse, şu anda Kürtlerin başına da o geliyor.
Psikiyatr Prof. Dr. Doğan Şahin, Habertürk’ten Kutlu Esendemir’e birkaç hafta önce verdiği bir söyleşide, bunları “üvey kardeş” metaforu üzerinden çok güzel anlatmıştı. Esendemir’in “Uzun aradan sonra yine İstanbul sokakları, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazılarıyla dolmaya başladı” hatırlatması üzerine bakın Doğan Şahin neler demişti:
“Yıllardır düşman olarak gösterilen karşı tarafın, birden devlet tarafından kabul edilmesinin yarattığı şaşkınlık ve tepkidir. Aslında şuna benzetilebilir: Yıllardır evden dışlanan, horlanan bir üvey kardeşiniz var, ailenin gerçek sahibi ve varisi olarak kendinizi görüyorsunuz, ama birden babanız o zamana kadar aile yemeğine alınmayan bu kardeşi sofraya çağırıyor.
“Oysa yıllarca, kardeşiniz hakkında en olumsuz duyguları beslemeniz için elinden geleni yapmış, sizi ona karşı kışkırtmış, onun gibi olmadığınız için sizi övmüş, her şeyin varisinin siz olacağınızı söyleyip durmuş. Siz de babanızın gözünde artan değerinizin büyüklenmeciliği ile kardeşiniz hakkında atıp tutmuşsunuz. Size zarar vermeye çalıştığını düşünmüşsünüz. Sonra günün birinde babanız birden, ‘hadi bakalım, siz kardeşsiniz, sarılıp öpüşün’ demiş. Öyle bir hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusuna kapılırsınız ki, kendinizi kullanılmış hissedersiniz ve hem babanıza hem kardeşinize karşı intikam duygularına kapılmaya başlarsınız.”
Faşizan eğilimlerin panzehiri
Doğan Şahin’in “üvey evlat” metaforunun, anlamaya hizmet eden o has metaforlardan biri olduğunu hemen teslim edeyim... Fakat bence Dr. Şahin, babanın “siz öz kardeşsiniz” itirafının “esas” kardeşte sadece “intikam duygusu”na yol açtığını söyleyerek eksik bir sonuca varıyor ve metaforuna haksızlık ediyor.
Oysa durum şudur: “Esas” kardeş, üvey bildiği kardeşine karşı o âna kadar beslediği sevgi ve şefkati (artık ne kadarsa), şimdi gerçekten öz kardeşi olduğunu öğrendiği kişiye karşı besleyememektedir. Oysa o, sahip olduğu bu sevgi ve şefkati insancıllığının, uygarlığının kanıtı olarak görmekteydi: Sadece başkalarına karşı değil, kendisine karşı da...
Daha da fenası, övündüğü insancıllığının, uygarlığının köksüzlüğünü ortaya çıkaran şey, kardeşinin kendisiyle eşit olduğunun ilan edilmesidir... İnsanın böyle bir yüzleşme karşısında bütün duygusal kontrolünü kaybedip hırçınlaşmasından doğal bir şey olamaz.
“Taş atan İzmirliler”e gelince... “Demokratik açılım” adlı turnusol kâğıdı, onların “Kürt kardeşliği”nin eşitsizlikle malûl olduğunu gösterdi, bu kardeşliğin sınırlarını ve zaaflarını ortaya çıkardı. Onlar da tıpkı hikâyedeki “asıl kardeş” gibi, sevgi ve şefkat duydukları Kürt kardeşlerinin kendileriyle eşit ilan edilmesinin travmasını yaşıyorlar şimdilerde...
Bu arada biz de hep birlikte bir kez daha gördük ki, faşizan eğilimlerin panzehiri sevgi değil eşitlik duygusudur.
http://taraf.com.tr/makale/8795.htm
Labels:
alper görmüş,
izmir,
kürtler
Saturday, November 28, 2009
Kapatma Davası Geliyor...
DANIŞTAY’DAKİ İYİ ÇOCUKLAR"
Turkiye’nin yakın tarihi ‘İyi çocukları’ın maceraları ile dolu diyebiliriz.
Bilindiği gibi bu tabir ilk defa Kasım 2005 de o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından Şemdinli olaylarında söylenmişti.
Şemdinli olayları için Wikipedia şöyle diyor “2005 Şemdinli olayları, Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 günü patlayan bir bomba üzerine çıkan olaylardır. Olay kimileri tarafından PKK'nın eylemi olarak görülürken, kimileri tarafından da bölge halkını kışkırtmak için derin devlet tarafından yapıldığı iddia edildi.”
Sonra ne oldu halk kaderin tesadüfi ile olay çıkaranları yakaladı.Olay çıkaranlar iki jandarma istihbarat görevlisiydi.Arabaları kapının önünde bulundu içinde krokiler ve silahlar vardı.Konu Meclis Araştırma komisyonuna geldi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın 'Tanırım. İyi çocuktur' demesinin hemen ardından Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nın astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz'i takdirnameyle ödüllendirdiği ortaya çıktı. TBMM Şemdinli Olaylarını Araştırma Komisyonu'nun CHP'li Üyesi Ahmet Ersin, yakalanan Kaya ve İldeniz'e ödül verilmesinin altında yargıyı yönlendirme niyetinin olabileceğine dikkat çekti. CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan da, 'Ödüllendirilmeleri himaye altına alındıklarını gösterir' dedi.
Diğer İyi çocuk vakası 17 Mayıs 2006 Danıştay saldırısının ve halen Ergenekon Terör örgütünün sanık faili Avukat Alpaslan Aslan’ın bir polis memurunun olayı bilmeden elinde silah olduğu için kaderin tesadüfî ile yakalaması vakasıdır. Danıştay’da o gün OYAK tarafından işletilen kameralar bozuk. Danıştay Başkanı Tansel Çölaşan ‘Fail tekbir getirdi’ diyor. Fakat tanıklar ifadelerinde doğrulamıyorlar. Demek iyi çocuk heyecandan unutmuş. Olay yerine polisten önce jandarma geliyor. Saldırı laikliğe yönelik olarak tanımlanıp ‘Kahrolsun şeriat’yürüyüşleri ve mitingleri başlıyor.
Teknik takibin önemi
Atlanan bir şey vardı,TBMM 2005 yılında Türkiye İstihbarat Birimlerinin birleştirilmesi ile ilgili kanun çıkarmış ve Telekomunikasyon İletişim Başkanlığı kurulmuştu.Böylece Savcılar olaylar arasındaki ilişkiler bağını teknik takible doğru bilgilerle çözebiliyorlardı.
Şimdi neden TİB’in kapatılması ve çalıştırılmaması için uğraşıldığını anlayabiliyoruz. Muhtemelen 367 mucidi Sabih Kanadoğlu bir formül bulacaktır.
Simdi sıra AKP’nin kapatılması davasına gelmiştir.
Bunun için formül YÖK’ün Katsayı kararı için hükümete Başörtüsü meselesinde olduğu gibi hata yaptırtıp sonra laiklikle bağlantı kurup dava açma planı vardır.
Danıştay’daki iyi çocuklar devreye girip hukuki temeli ideolojik önyargılarla oluşturulmuş karar ortaya çıktı.
Bilindiği gibi iyi çocuk olarak tanımlanan kişiler Genelkurmay Başkanlığının Psikolojik harp şimdiki adı ile Bilgi destek birimince seçilmiş kadrolu görevlilerdir.
Gayri Nizami Harp uygulamalarında iyi çocukların bazıları görevlerini kötüye kullanarak dış düşman için kurulmuş olan resmi görevlendirmeyi iç düşman tanımlaması ile siyasete müdahale olarak işletmektedirler.
Meslek liseliler Matematik olimpiyatlarına girerse ne olur?
Danıştay’ın ÖSS de Meslek liselilerin düşük puan almasını hukuka uygun gören katsayı kararı için şu soruları soralım.
Bu sorular kararın hukuk ve pedagoji biliminin gereklerine göre değil resmi ideolojini gereklerine göre alındığını gösterir.
1- Resmi ideoloji için hukuk rafa kaldırılabilir mi?
2- “Farklı hukuki statüdeki liseliler arasındaki eşitlik bozulmuştur” diyen Danıştay İmam Hatip konusu olmasa aynı kararı verecek mi idi?
3-Konu spor karşılaşması ve bilgi yarışması olsaydı dereceler farklı hukuki statülü denilen meslek liselilerine düşük katsayı ile mi verilecekti.
Yani “Matematik Olimpiyatları”na giren bir meslek liselinin puanı düşürülecek miydi? ÖSS’nin bundan ne farkı var?
Bırakalım katsayı meselesini düzeltmeyi, bataklıkla uğraşalım. Sivrisinekleri üreten adil olmayan bataklık haline gelen hukuk sistemimizi acilen değiştirelim. Yoksa TBMM yeni parti kurmak zorunda kalacak.
Anadolu insanı saf yerine konulmaya devam edilmemeli
Kontrgerilla adı ile soğuk savaş öncesi milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı.Şimdi de Ulusalcı ve alevi iyi çocuklar kullanılıyor.Daha önce ABD dış destekli milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı şimdi de Rusya Avrasya eksenli ulusalcı iyi çocuklar kullanılıyor.Bunun için şimdiki iyi çocuklar ABD düşmanı.
Şemdinli’de halk “Milli çıkarlar için suç işlenebilir, kışkırtma yapılabilir” diyen iyi çocukları yakalamış ama polis yakalayamamıştı.
Şimdi ise kamu vicdanı Danıştayda ki iyi çocukları vicdanları ile yakalamalı, mahkum etmeli ve demokratik tepkisini göstermeli.Yoksa yurdum insanı saf yerine konulmaya devam edilecek.
Yüksek Yargıdaki iyi çocuklar daha sofistike polis bir şey yapamaz kamu vicdanı harekete geçmeli.
Akıllı,Özgür ve Milli olan hiç kimse kendisini kullandırtmaz.Yüksek yargıdaki iyi insanların vicdanı harekete geçmeli.
Kader artık tesadüflerle bize yardım etmek zorunda kalmayabilir.
Nevzat Tarhan - Haber 7
ntarhan@gmail.com
Turkiye’nin yakın tarihi ‘İyi çocukları’ın maceraları ile dolu diyebiliriz.
Bilindiği gibi bu tabir ilk defa Kasım 2005 de o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından Şemdinli olaylarında söylenmişti.
Şemdinli olayları için Wikipedia şöyle diyor “2005 Şemdinli olayları, Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 günü patlayan bir bomba üzerine çıkan olaylardır. Olay kimileri tarafından PKK'nın eylemi olarak görülürken, kimileri tarafından da bölge halkını kışkırtmak için derin devlet tarafından yapıldığı iddia edildi.”
Sonra ne oldu halk kaderin tesadüfi ile olay çıkaranları yakaladı.Olay çıkaranlar iki jandarma istihbarat görevlisiydi.Arabaları kapının önünde bulundu içinde krokiler ve silahlar vardı.Konu Meclis Araştırma komisyonuna geldi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın 'Tanırım. İyi çocuktur' demesinin hemen ardından Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nın astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz'i takdirnameyle ödüllendirdiği ortaya çıktı. TBMM Şemdinli Olaylarını Araştırma Komisyonu'nun CHP'li Üyesi Ahmet Ersin, yakalanan Kaya ve İldeniz'e ödül verilmesinin altında yargıyı yönlendirme niyetinin olabileceğine dikkat çekti. CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan da, 'Ödüllendirilmeleri himaye altına alındıklarını gösterir' dedi.
Diğer İyi çocuk vakası 17 Mayıs 2006 Danıştay saldırısının ve halen Ergenekon Terör örgütünün sanık faili Avukat Alpaslan Aslan’ın bir polis memurunun olayı bilmeden elinde silah olduğu için kaderin tesadüfî ile yakalaması vakasıdır. Danıştay’da o gün OYAK tarafından işletilen kameralar bozuk. Danıştay Başkanı Tansel Çölaşan ‘Fail tekbir getirdi’ diyor. Fakat tanıklar ifadelerinde doğrulamıyorlar. Demek iyi çocuk heyecandan unutmuş. Olay yerine polisten önce jandarma geliyor. Saldırı laikliğe yönelik olarak tanımlanıp ‘Kahrolsun şeriat’yürüyüşleri ve mitingleri başlıyor.
Teknik takibin önemi
Atlanan bir şey vardı,TBMM 2005 yılında Türkiye İstihbarat Birimlerinin birleştirilmesi ile ilgili kanun çıkarmış ve Telekomunikasyon İletişim Başkanlığı kurulmuştu.Böylece Savcılar olaylar arasındaki ilişkiler bağını teknik takible doğru bilgilerle çözebiliyorlardı.
Şimdi neden TİB’in kapatılması ve çalıştırılmaması için uğraşıldığını anlayabiliyoruz. Muhtemelen 367 mucidi Sabih Kanadoğlu bir formül bulacaktır.
Simdi sıra AKP’nin kapatılması davasına gelmiştir.
Bunun için formül YÖK’ün Katsayı kararı için hükümete Başörtüsü meselesinde olduğu gibi hata yaptırtıp sonra laiklikle bağlantı kurup dava açma planı vardır.
Danıştay’daki iyi çocuklar devreye girip hukuki temeli ideolojik önyargılarla oluşturulmuş karar ortaya çıktı.
Bilindiği gibi iyi çocuk olarak tanımlanan kişiler Genelkurmay Başkanlığının Psikolojik harp şimdiki adı ile Bilgi destek birimince seçilmiş kadrolu görevlilerdir.
Gayri Nizami Harp uygulamalarında iyi çocukların bazıları görevlerini kötüye kullanarak dış düşman için kurulmuş olan resmi görevlendirmeyi iç düşman tanımlaması ile siyasete müdahale olarak işletmektedirler.
Meslek liseliler Matematik olimpiyatlarına girerse ne olur?
Danıştay’ın ÖSS de Meslek liselilerin düşük puan almasını hukuka uygun gören katsayı kararı için şu soruları soralım.
Bu sorular kararın hukuk ve pedagoji biliminin gereklerine göre değil resmi ideolojini gereklerine göre alındığını gösterir.
1- Resmi ideoloji için hukuk rafa kaldırılabilir mi?
2- “Farklı hukuki statüdeki liseliler arasındaki eşitlik bozulmuştur” diyen Danıştay İmam Hatip konusu olmasa aynı kararı verecek mi idi?
3-Konu spor karşılaşması ve bilgi yarışması olsaydı dereceler farklı hukuki statülü denilen meslek liselilerine düşük katsayı ile mi verilecekti.
Yani “Matematik Olimpiyatları”na giren bir meslek liselinin puanı düşürülecek miydi? ÖSS’nin bundan ne farkı var?
Bırakalım katsayı meselesini düzeltmeyi, bataklıkla uğraşalım. Sivrisinekleri üreten adil olmayan bataklık haline gelen hukuk sistemimizi acilen değiştirelim. Yoksa TBMM yeni parti kurmak zorunda kalacak.
Anadolu insanı saf yerine konulmaya devam edilmemeli
Kontrgerilla adı ile soğuk savaş öncesi milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı.Şimdi de Ulusalcı ve alevi iyi çocuklar kullanılıyor.Daha önce ABD dış destekli milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı şimdi de Rusya Avrasya eksenli ulusalcı iyi çocuklar kullanılıyor.Bunun için şimdiki iyi çocuklar ABD düşmanı.
Şemdinli’de halk “Milli çıkarlar için suç işlenebilir, kışkırtma yapılabilir” diyen iyi çocukları yakalamış ama polis yakalayamamıştı.
Şimdi ise kamu vicdanı Danıştayda ki iyi çocukları vicdanları ile yakalamalı, mahkum etmeli ve demokratik tepkisini göstermeli.Yoksa yurdum insanı saf yerine konulmaya devam edilecek.
Yüksek Yargıdaki iyi çocuklar daha sofistike polis bir şey yapamaz kamu vicdanı harekete geçmeli.
Akıllı,Özgür ve Milli olan hiç kimse kendisini kullandırtmaz.Yüksek yargıdaki iyi insanların vicdanı harekete geçmeli.
Kader artık tesadüflerle bize yardım etmek zorunda kalmayabilir.
Nevzat Tarhan - Haber 7
ntarhan@gmail.com
Karabekir'in Atatürk'ü sevmediği yavaş yavaş anlaşılıyor..
'Emrinizdeyim Paşam' diyor ama günlük farklı
Burak ARTUNER
28.11.2009
Atatürk'ün silah arkadaşı ve Cumhuriyet döneminin önemli ismi Kâzım Karabekir 42 yıl boyunca günlük tuttu. Günlüklerde Atatürk'le olan fikri ayrılığı açıkça görülüyor
Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa'ya, Erzurum'da buluştuklarında "Emrinizdeyim Paşam" diyen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın "Günlükleri" 61 yıl sonra ilk kez Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlüklerdeki notlarda, milli mücadele boyunca Edirne Milletvekili ve Doğu Cephesi Komutanı olarak görev yapan Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal Paşa'ya ve onun bazı yakın silah arkadaşlarına bakış açısını gösteren pek çok ifade, çok tartışılacağa benziyor. 1906 yılından Meclis Başkanı iken öldüğü 1948'e kadar aralıklarla tuttuğu günlüğünde Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal'e hep şüpheyle baktığı yazdıklarından ortaya çıkıyor. İşte Karabekir'in, Mustafa Kemal Atatürk'ün 'günlükteki ayrılıkları':
NEDEN SAMSUN'A ÇIKTI
21 Mayıs 1919 (...)Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış. Neden Samsun'da vakit geçiriyor. Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi. Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahri Yaver-i Padişahi" dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
3 Temmuz 1919 Perşembe (...) Bilhassa Havza'dan Kemal Paşa adeta firar etmiş! Tali Bey kendisini ikazına rağmen pek fena bir tesir yapmış. Tabii Sivas'ta da durmadığından her yerde aynı tesiri yapmış.
16 Ağustos 1920 Pazartesi Sünnet düğününe (gürbüzlerin) İsmet Bey'e şifre: Mustafa Kemal Paşa karargâhının kumarhane haline geldiği hakkında.
BURAK ARTUNER'İN NOTU: Yapı Kredi Yayınları'ndan basılan günlüklerde 'kumar' iddiasıyla ilgili açıklayıcı bir bilgi yok. Fakat Karabekir, Emre Yayınları tarafından daha önce basılan İstiklâl Harbi'ne neden girdik, nasıl girdik, nasıl idare ettik adlı eserinde İsmet Bey'e (İnönü) gönderdiği şifre metnine yer veriyor. Söz konusu metin şöyle: "Karargâhların saygınlıklarının halk ve asker üzerindeki tesiri malûmdur. Karşı inkılâpçılar da bu zayıf noktadan tabii çok yararlanmışlar. Bana gelen dedikodulara göre Mustafa Kemal Paşa Hazretler'nin muhitindeki ufak rütbeli zabitanın, sabahlara kadar poker oynadıklarıdır! (...) Paşa Hazretlerinin malûmatı olmadığına kâni olduğum bu fenalıkların sûreti munasebede izalesi himmetinize bağlıdır."
11 Temmuz 1921 Pazartesi (...) Mustafa Kemal Paşa'ya Teşkilât-ı Esasiye hakkındaki şifrem (M. Kemal'in nutku sahife 371 vesika cevap 25 Temmuz'dadır.) Cumhuriyet vehimdir. Türkiye'nin siyasetinde Halife-i İslam olacak bir hükümdar sultan bulunacaktır. Osmanlı Hanedanı'ndan bahis yok! Şâyân-ı dikkat bir ifade.
İSMET'İN NUTKU PEK GÜLÜNÇ
27 Temmuz 1932 İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: Usulen her şeyi yapan Gazi'dir nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli davaya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki milli rehberden refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932 Çarşamba Mübadillere verilen bonoların müthiş ihtikârla kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
NEDEN SAMSUN'A ÇIKTI
21 Mayıs 1919 (...)Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış. Neden Samsun'da vakit geçiriyor. Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi. Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahri Yaver-i Padişahi" dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
3 Temmuz 1919 Perşembe (...) Bilhassa Havza'dan Kemal Paşa adeta firar etmiş! Tali Bey kendisini ikazına rağmen pek fena bir tesir yapmış. Tabii Sivas'ta da durmadığından her yerde aynı tesiri yapmış.
16 Ağustos 1920 Pazartesi Sünnet düğününe (gürbüzlerin) İsmet Bey'e şifre: Mustafa Kemal Paşa karargâhının kumarhane haline geldiği hakkında.
BURAK ARTUNER'İN NOTU: Yapı Kredi Yayınları'ndan basılan günlüklerde 'kumar' iddiasıyla ilgili açıklayıcı bir bilgi yok. Fakat Karabekir, Emre Yayınları tarafından daha önce basılan İstiklâl Harbi'ne neden girdik, nasıl girdik, nasıl idare ettik adlı eserinde İsmet Bey'e (İnönü) gönderdiği şifre metnine yer veriyor. Söz konusu metin şöyle: "Karargâhların saygınlıklarının halk ve asker üzerindeki tesiri malûmdur. Karşı inkılâpçılar da bu zayıf noktadan tabii çok yararlanmışlar. Bana gelen dedikodulara göre Mustafa Kemal Paşa Hazretler'nin muhitindeki ufak rütbeli zabitanın, sabahlara kadar poker oynadıklarıdır! (...) Paşa Hazretlerinin malûmatı olmadığına kâni olduğum bu fenalıkların sûreti munasebede izalesi himmetinize bağlıdır."
11 Temmuz 1921 Pazartesi (...) Mustafa Kemal Paşa'ya Teşkilât-ı Esasiye hakkındaki şifrem (M. Kemal'in nutku sahife 371 vesika cevap 25 Temmuz'dadır.) Cumhuriyet vehimdir. Türkiye'nin siyasetinde Halife-i İslam olacak bir hükümdar sultan bulunacaktır. Osmanlı Hanedanı'ndan bahis yok! Şâyân-ı dikkat bir ifade.
İSMET'İN NUTKU PEK GÜLÜNÇ
27 Temmuz 1932 İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: Usulen her şeyi yapan Gazi'dir nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli davaya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki milli rehberden refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932 Çarşamba Mübadillere verilen bonoların müthiş ihtikârla kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
Friday, November 27, 2009
Ergenekon 1 numara
Ergenekon'un 1 numarası kim?
a-) Recep Tayyip Erdoğan
b-) Abdullah Gül
c-) Rahmi Koç
d-) Hüseyin Kıvrıkoğlu
e-) Genelkurmay 2. başkanları
f-) Hiçbiri
a-) Recep Tayyip Erdoğan
b-) Abdullah Gül
c-) Rahmi Koç
d-) Hüseyin Kıvrıkoğlu
e-) Genelkurmay 2. başkanları
f-) Hiçbiri
Leylekler...
Güncel tarih
Böyle akıldışı bir durum nasıl mümkün oluyor? Oluyor, tarihi bir sır. Tarih, “bilinmezlik bulutu”yla örtülü. Bazı olgular düpedüz yok edilmiş, onun için soran eden de yok. Bazıları yok edilemediği için (birileri habire hatırlattığı için) tahrif edilmiş. Ermeni Kıyımı gibi. Sonuç olarak, bütün dünya bu çeşit olguyu bir biçimde biliyor, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı (yalnız o) başka bir biçimde biliyor. Bunun tuhaf ve kuşku uyandıracak bir durum olup olmadığı sorulunca, onun da cevabı hazır: bütün dünya bize düşman!
Bunların doğal sonucu olarak, tarih hep güncel. Çünkü her zaman merak konusu. Ama son zamanlarda merakın arttığını da söyleyebiliriz. Türkiye, bir süreden beri Askerî Cumhuriyet’in giydirdiği korseye (ya da “deli gömleği” diyelim) sığmamaya başladı. Bu aslında yekpare bir süreç, ama her gün bir başka “veçhe”siyle karşımızda cisimleşiyor: bir gün “ıslak imzalı kâğıt parçası”nı görüyoruz; bir gün tuhaf bir “Yüksek Yargı” kararı karşımıza dikiliyor; günün birinde de Onur Öymen Dersim’i konuşuyor.
Merak yıllardır biriktiği için, tepki de büyük olabiliyor. Örneğin ben Onur Öymen’in mahut sözlerinin bu kadar yankı uyandırmasına şaşırıyorum. Ama, demek ki, “Kürt isyanları varmış” falan gibi genellemeler arasında, bunların hangisinin nasıl olduğunu kimse merak etmeden, öylece geçip gidiyormuş. Şimdi, dediğim bu “merak uyanması” çağında birdenbire böyle önem kazandı.
Türkiye’nin böylece kendi “Aydınlanma Çağı’na girdiğini söyleyebiliriz belki; çünkü ancak şu dönemde kendimiz hakkında “aydınlanıyoruz”. Eskiden de, ta başından beri, bunları bilenler vardı. Ama ancak şimdi “bilginin toplumsallaşması” gibi bir sürece girdik.
Bu da, yeni bir fenomeni yaratmadı ama daha belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. Bu şekilde kendilerine ulaşan bilgi karşısında kitlelerin gösterdiği tepkide belirginleşen ayrışmayı kastediyorum. Bir kesim art arda gelen bu bilgileri şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek karşılıyor; “dünyadan haberimiz yokmuş” diyor; dolayısıyla o “dünya” hakkındaki düşüncelerini değiştirmeye başlıyor. Bu, bence, takınılacak en sağlıklı tavır ve böyle yapanlar hiç de az değil. Uzun vadede belirleyici olacak tutum da bu zaten.
Bu sevimsiz “bilgi”lerin tepemize yağmur gibi yağmaya başlaması, kimilerinde “inkârcı”lığı perçinleyen bir etki yaratıyor. Böyle tepki gösterenlerin çoğu “kötü insan” olduğu için değil, aslında “iyi insan” olduğu için bu tutumu benimsiyor. Gerçeklik onlara dayanılmaz geliyor, “demek ki o olay bu şekilde olmuş” dedikleri anda her şeylerinin yıkılacağına inanıyor, “Hayır, hayır, olmamıştır”a sığınıyorlar.
Tipik bir “erkek okulu” yaşantısıdır. Büyük oğlanlar küçüklere cinsel eylemi anlatırlar. Leylekle geldiğine inanan küçükler “Benim annemle babam öyle şey yapmaz” diye ağlar!
Ama bir de üçüncü kesim var: “Yapmadık, ama yapmışsak iyi yapmışız” diyenler bunlar. Bunlar da aslında hep vardı. 12 Eylül eğitimi ve medyasıyla sayıları iyice arttı. Burada bilinçli bir kararlılık görüyorsunuz. Birileri denizaltı patlatınca bunlar da gerekli tepkiyi gösterecek; zaten birinin varlığı öbürünün varlığının temeli. Kalabalık olabildikleri yerlerde (farklı mekanizmalarla Trabzon’da veya İzmir’de örneğin) “kitle eylemi”ne de çıkabiliyorlar. Çıktıklarında “Olmamıştır. İnanmam”cıları da yanlarına çekebiliyorlar.
Bunlar, geçiş döneminin yeni (ideolojik) cemaatleri.
Çağdaş Hassasiyet
Karşımızda kılık kıyafetiyle modern bir kadın var... Düşük bel pantolon, beli açıkta bırakan bir bluz, gümüş taklidi iri halkalı kolye, gülümseyen bir surat olarak tasarımlanmış büyük küpeler, siyahtan sarıya uzanan meçli saçlar ve kırmızı ojeli tırnaklar. Ama bu kadın aslında sandığınız gibi modern değil. O ‘çağdaş’ bir kadın... Elinde bir taş var. Kaldırmış gösteriyor. Zamanı gelince atacak besbelli... O kendisine benzemeyenlerle birlikte yaşamak istemeyen, kendisine benzemeyenlere tahammül bile edemeyen ve bu tepkisini ancak şiddet yoluyla dışa vuran bir kadın. Kısaca ‘çağdaş’ biri.
İzmir’de DTP konvoyunu ‘karşılayanların’ fotoğrafları bu çağdaşlığın nasıl cemaatsel bir tabana oturduğunu iyi gösteriyor. Çağdaşlık bir kültürel kimlik olmuş durumda. Aslında şaşırtıcı değil, çünkü Türk kimliği tümüyle devlet tarafından tanımlanan ve kamusal alandaki davranışlarla kanıtlanan bir siyasi kimlikten öte gidemedi. Dolayısıyla kendilerine ‘Türk’ diyenlerin kültürel zemini belirsiz ve sığ kaldı. Çağdaşlık o boşluğu dolduran bir yanılsama. Sığlığı ortadan kaldırmayan, ancak cemaatsel bir ortaklık yarattığı ölçüde, kişiye temelsiz olsa da özgüven kazandıran bir yumuşak kibirlilik hali. O nedenle çağdaş insanlar genellikle birbirlerine benziyorlar. Sadece kılık kıyafetleriyle değil, asıl kamusal alandaki tepkileriyle ve bu tepkilerin ima ettiği zihniyetle... Böyle bakıldığında çağdaşlığın çarpık bir modernlik türü olduğunu ve modernliğin tümünü hazmedemediği için de çoğulculuğu taşıyamadığını öne sürebiliriz.
Taraf’ın pazartesi günkü haberinin başlığı olan ‘taşlı-sopalı çağdaşlık’, İzmir’de görünür hale gelen bu dışlayıcı ve giderek ırkçı ‘hassasiyetin’ adını tam olarak koymuş gözükmüyor. Çünkü çağdaşlık zaten ‘taşlı-sopalı’ bir duruş. İnsanların ellerinde genelde taş olmamasının ve onun yerine modern aksesuarların taşınmasının nedeni, taşa mubah olan ötekilerin civarda bulunmaması ve çağdaş cemaatin bölgesinin steril bir biçimde kalması. Ancak bu steril durumun bozulduğu an, çağdaş cemaatin bastırılmış yenilgi duygusu ve buradan nasiplenen öfkesi şiddeti gereksiniyor.
Bu öfke aslında çağdaş cemaatin ‘siyasete’ katılma biçimi... Türkiye’nin bugünü ve yarını üzerinde o denli az etkiye sahipler ve kendilerini de öylesine edilgen hissediyorlar ki, aslında siyaseti bir bütün olarak mahkûm etmek, dışlamak ve mümkünse durdurmak istiyorlar. Bu yüzden şiddete eğilim göstermeleri son derece doğal. Siyaseti anlamsızlaşan şey, konuşmanın yerini silahın almasıdır ve bu çağdaş kesim de onlara en ‘insani’ gelen tercihi yaparak taş atıyor. Ne var ki burada biraz mide bulandıran bir durum da var: Toplu fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla taşlar bir örnek gibi. Herhalde özel olarak üretilmiş ve bu tür etkinliklerde kullanılmak üzere saklanmış değiller. Ayrıca avuca oturmak zorunda olduğu için, taşların boyutlarının birbirine yakın olması da doğal. Ama gene de insan, bu gözlemi, etkinliğin ortaya çıkma biçimi ve sonrası ile birleştirdiğinde huylanmıyor değil. Cumhuriyet mitingleri tadında ama daha koyu kıvamda bir operasyonla karşı karşıyayız sanki. Tat aynı... İstiklal marşı, bayraklar, yürüyüş... Ama kıvamı koyu, çünkü bu kez karşıt olduklarınızla yüz yüzesiniz. Dolayısıyla taş anlamlı ve hele herkeste aynı boyda ve cinste taşların olması daha da anlamlı. Nitekim Taraf haberinin yan sütununda yer alan notlarda meselenin nasıl cemaatsel bir birlikteliğe denk düştüğü, hatta soldan bakanlar için ‘etno-sınıfsal’ olduğu açık. Birinin öldüğü haberi üzerine, “ölen Türk mü Kürt mü” diye soran kişiyi siz insanlığını unutmakla suçlayabilirsiniz, ama çağdaşlığın bir ritüele dönüştüğü noktada ‘insan’ zaten teferruat. Öte yandan olayı daha ‘gerçekçi’ bir biçimde algılayanlar da var: “Ciplerle şov yapıyorlar. Ben Türküm binemiyorum. Onlar neden biniyor” diye soran kişinin milli kimlikle araba tipi arasında oluşturduğu ilişkiyi de birçoğunuz yadırgayabilir. Oysa çağdaşlık zaten hak edilmemiş ama doğallaştırılmış bir kimliksel imtiyaz alanıdır. Yani ciplerle Türkler arasında nasıl doğal bir bağ varsa, Kürtlerin de üstü açık kamyonlarla bağı vardır. Çağdaşlık bu ayrışmayı sadece kuramsal alanda bırakmaz ve günlük hayatın reel ve sembolik diline de tahvil eder...
Daha iyi anlaşılması açısından size başka bir fotoğrafı hatırlatayım: Birinin kepenkleri kapalı, diğeri açık iki dükkân vitrini... Önünde uzun mantolu, topluklu ayakkabılı, saçları yapılmış bir kadın duruyor. Son derece modern. Ama aslında modernden ziyade çağdaş. Bunu elinde tuttuğu ve vitrinin camına indirmek üzere olduğu sopadan anlıyoruz... Tarih 6 Eylül 1955. Gayrımüslimlerden birine ait dükkânı talan etmeye hazırlanan kişilerden biri o. Kendisine benzemeyenlerin ‘burada’ hayat hakkının olmadığını, çünkü ‘buranın’ bütün cipleriyle ve sosyal imtiyazlarıyla birlikte kendisine ait olduğunu düşünen biri... Ötekilerin mal varlığına ve hayat hakkına el koymaya hazır, bunun için gerekli olan şiddeti uygulamaktan kaçınmayacak kadar ‘karakterli’ biri... Çağdaş bir kadın.
Etyen Mahçupyan
http://taraf.com.tr/makale/8729.htm
İzmir’de DTP konvoyunu ‘karşılayanların’ fotoğrafları bu çağdaşlığın nasıl cemaatsel bir tabana oturduğunu iyi gösteriyor. Çağdaşlık bir kültürel kimlik olmuş durumda. Aslında şaşırtıcı değil, çünkü Türk kimliği tümüyle devlet tarafından tanımlanan ve kamusal alandaki davranışlarla kanıtlanan bir siyasi kimlikten öte gidemedi. Dolayısıyla kendilerine ‘Türk’ diyenlerin kültürel zemini belirsiz ve sığ kaldı. Çağdaşlık o boşluğu dolduran bir yanılsama. Sığlığı ortadan kaldırmayan, ancak cemaatsel bir ortaklık yarattığı ölçüde, kişiye temelsiz olsa da özgüven kazandıran bir yumuşak kibirlilik hali. O nedenle çağdaş insanlar genellikle birbirlerine benziyorlar. Sadece kılık kıyafetleriyle değil, asıl kamusal alandaki tepkileriyle ve bu tepkilerin ima ettiği zihniyetle... Böyle bakıldığında çağdaşlığın çarpık bir modernlik türü olduğunu ve modernliğin tümünü hazmedemediği için de çoğulculuğu taşıyamadığını öne sürebiliriz.
Taraf’ın pazartesi günkü haberinin başlığı olan ‘taşlı-sopalı çağdaşlık’, İzmir’de görünür hale gelen bu dışlayıcı ve giderek ırkçı ‘hassasiyetin’ adını tam olarak koymuş gözükmüyor. Çünkü çağdaşlık zaten ‘taşlı-sopalı’ bir duruş. İnsanların ellerinde genelde taş olmamasının ve onun yerine modern aksesuarların taşınmasının nedeni, taşa mubah olan ötekilerin civarda bulunmaması ve çağdaş cemaatin bölgesinin steril bir biçimde kalması. Ancak bu steril durumun bozulduğu an, çağdaş cemaatin bastırılmış yenilgi duygusu ve buradan nasiplenen öfkesi şiddeti gereksiniyor.
Bu öfke aslında çağdaş cemaatin ‘siyasete’ katılma biçimi... Türkiye’nin bugünü ve yarını üzerinde o denli az etkiye sahipler ve kendilerini de öylesine edilgen hissediyorlar ki, aslında siyaseti bir bütün olarak mahkûm etmek, dışlamak ve mümkünse durdurmak istiyorlar. Bu yüzden şiddete eğilim göstermeleri son derece doğal. Siyaseti anlamsızlaşan şey, konuşmanın yerini silahın almasıdır ve bu çağdaş kesim de onlara en ‘insani’ gelen tercihi yaparak taş atıyor. Ne var ki burada biraz mide bulandıran bir durum da var: Toplu fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla taşlar bir örnek gibi. Herhalde özel olarak üretilmiş ve bu tür etkinliklerde kullanılmak üzere saklanmış değiller. Ayrıca avuca oturmak zorunda olduğu için, taşların boyutlarının birbirine yakın olması da doğal. Ama gene de insan, bu gözlemi, etkinliğin ortaya çıkma biçimi ve sonrası ile birleştirdiğinde huylanmıyor değil. Cumhuriyet mitingleri tadında ama daha koyu kıvamda bir operasyonla karşı karşıyayız sanki. Tat aynı... İstiklal marşı, bayraklar, yürüyüş... Ama kıvamı koyu, çünkü bu kez karşıt olduklarınızla yüz yüzesiniz. Dolayısıyla taş anlamlı ve hele herkeste aynı boyda ve cinste taşların olması daha da anlamlı. Nitekim Taraf haberinin yan sütununda yer alan notlarda meselenin nasıl cemaatsel bir birlikteliğe denk düştüğü, hatta soldan bakanlar için ‘etno-sınıfsal’ olduğu açık. Birinin öldüğü haberi üzerine, “ölen Türk mü Kürt mü” diye soran kişiyi siz insanlığını unutmakla suçlayabilirsiniz, ama çağdaşlığın bir ritüele dönüştüğü noktada ‘insan’ zaten teferruat. Öte yandan olayı daha ‘gerçekçi’ bir biçimde algılayanlar da var: “Ciplerle şov yapıyorlar. Ben Türküm binemiyorum. Onlar neden biniyor” diye soran kişinin milli kimlikle araba tipi arasında oluşturduğu ilişkiyi de birçoğunuz yadırgayabilir. Oysa çağdaşlık zaten hak edilmemiş ama doğallaştırılmış bir kimliksel imtiyaz alanıdır. Yani ciplerle Türkler arasında nasıl doğal bir bağ varsa, Kürtlerin de üstü açık kamyonlarla bağı vardır. Çağdaşlık bu ayrışmayı sadece kuramsal alanda bırakmaz ve günlük hayatın reel ve sembolik diline de tahvil eder...
Daha iyi anlaşılması açısından size başka bir fotoğrafı hatırlatayım: Birinin kepenkleri kapalı, diğeri açık iki dükkân vitrini... Önünde uzun mantolu, topluklu ayakkabılı, saçları yapılmış bir kadın duruyor. Son derece modern. Ama aslında modernden ziyade çağdaş. Bunu elinde tuttuğu ve vitrinin camına indirmek üzere olduğu sopadan anlıyoruz... Tarih 6 Eylül 1955. Gayrımüslimlerden birine ait dükkânı talan etmeye hazırlanan kişilerden biri o. Kendisine benzemeyenlerin ‘burada’ hayat hakkının olmadığını, çünkü ‘buranın’ bütün cipleriyle ve sosyal imtiyazlarıyla birlikte kendisine ait olduğunu düşünen biri... Ötekilerin mal varlığına ve hayat hakkına el koymaya hazır, bunun için gerekli olan şiddeti uygulamaktan kaçınmayacak kadar ‘karakterli’ biri... Çağdaş bir kadın.
Etyen Mahçupyan
http://taraf.com.tr/makale/8729.htm
Thursday, November 26, 2009
Karanlık Bir Rejimin Sonu
Ahmet Altan/Taraf
Üç Ayak
Aslında oyun çok basitti.
Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.
Ordu, yargı, medya.
Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.
Ordu, disiplinli, güvenilir ve şanlıydı.
Yargı, bağımsız, tarafsız ve saygıdeğerdi.
Medya, dürüst ve gerçekçiydi.
Halkı da parçalara ayırıp biçimlendirmişlerdi.
Kürtler teröristti, dindarlar yobazdı, solcular haindi, Aleviler ahlaksızdı.
Sistemin hedefi olmak istemeyen bu gruptakilerin neler yapacağı, nasıl davranacağı da belirlenmişti.
Kürt olabilirdin ama “aslında Türk” olduğunu söyleyecektin, dindar olabilirdin ama dinin gereklerini yerine getirmeyecektin, solcu olabilirdin ama hayatı “yüce Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına” göre değerlendirecektin, Alevi olabilirdin ama Alevi olduğunu söylemeyecektin.
İtiraf etmek gerekir ki bu oyun tuttu.
Ezilenler, sistemin birbirleri hakkında söylediklerine inandılar çünkü.
Kendine “yobaz” denen dindar buna kızdı, bunu haksız buldu ama Kürtlerin “terörist” olduğuna inandı.
“Bana yobaz derken haksızlık eden biri, Kürt’e terörist derken de haksızlık yapmış olamaz mı” diye sormadı.
İşkencelerden geçen, köyleri yakılan, insanları sokaklarda öldürülen Kürtler, kendilerine “terörist” denmesindeki haksızlığı görüyorlardı ama dinarların “yobazlığı” konusunda bir kuşkuya düşmediler.
İnsafsız bir propagandayla “ahlakları” sorgulanan Aleviler, “insan sevgisini ibadetinin merkezine koyan birine ahlaksız diyenin, diğerleri hakkında söylediklerine inanmam doğru mu” diye sormadı.
Her askerî darbede belleri kırılan, en büyük acıyı çeken solcular, “Kürtlerin emperyalizmin ajanı teröristler olduğuna, dindarların irticacı yobazlar” olduğuna inanmakta neredeyse hiç duraklamadı.
Bu tabloyu olaylarla kanıtlamak için aşağılık oyunlardan da geri kalmadılar, Kürtler vahşi baskılarla dağlara sürüldü ve böylece boyunlarına “terörist” yaftası daha rahat asıldı.
Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da kitle eylemleriyle Alevilere saldırıldı, bütün Sünnilerin “yobazlığı” hak etmesi sağlandı.
Aleviliğin ne olduğunun anlatılmasına izin verilmedi ama onlar hakkındaki rezil propagandalar hep sürdürüldü.
Sistemin bu “yalancı dürbününün” merceği medyaydı.
Sistemin istediği görüntüler oradan yayılıyordu topluma.
Orduyla yargı hiç sorgulanmıyor ama halkın bütün kesimleri sürekli yaftalanıyordu.
Yalana ve çarpıtmaya dayalı bu sistem sonunda inanılmaz yolsuzluklar ve suçlar üretmeye başladı “sorgulanmayan kurumların” içinde.
Dünya da değişmeye başlamıştı.
Devletin her istediği suçu işleyebildiği, halkın sürekli baskı altında kaldığı ülkenin “bir çöplük” haline gelmesi, bütünleşmekte olan dünyayı da rahatsız etti.
Ülkenin içi de huzursuzlanıyordu, sermaye el değiştiriyordu.
Gerilim gittikçe artıyordu.
Sonunda sistemin “üç ayağı” göbeğinden yarıldı.
Ordunun içinden “darbeciliğe engel olmak” isteyen askerler çıktı, yargıda “hukuksuzluktan rahatsız olan” hukukçular hareketlendi, medyada bu sistemin dışında kalan gazeteler ve televizyonlar belirdi.
Türkiye gerçekleri görmeye başladı ve ikiye ayrıldı.
Ordunun içinde cunta kuran subaylarla, cuntalara karşı çıkan subaylar var ve “sistemden” yana olanlar “cuntacıları” gerçek ordu kabul edip, buna karşı çıkanlara “muhbir” diyor.
Yüksek yargıçlar, Ergenekon savcılarını durdurmaya çalıştığında, sistemden yana olanlar “yüksek yargıçları” yargının temsilcisi kabul ediyor.
Ordunun cuntacılarıyla, yargının “hukuksuzlarını” sahiplenen medya da kendine “merkez” medya adını takıyor.
Ama bu sistem, “yarım ordunun, yarım yargının, yarım medyanın” taşıyamayacağı kadar ağır suçlarla yüklü, onun için de “üç ayak” bel veriyor, esniyor ve kırılmaya doğru gidiyor.
Ordunun içindeki cuntaların planları ortaya çıkıyor, “askerî muhtıralara” karşı çıkmayan barolar “hoş geldin darbeci” pankartlarıyla karşılanıyor, Kafes planını görmezden gelen medyaya “senin asıl görevin ne” diye soruluyor.
Şimdi sıra, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, solcuların, bu baskıcı sistemin kendileri hakkında söylediklerini gözden geçirmesinde, “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sormasında.
Ezilenler bu soruyu sorduğunda bu sistem bitecek, bu ülkenin çocukları eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacak.
Üç Ayak
Aslında oyun çok basitti.
Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.
Ordu, yargı, medya.
Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.
Ordu, disiplinli, güvenilir ve şanlıydı.
Yargı, bağımsız, tarafsız ve saygıdeğerdi.
Medya, dürüst ve gerçekçiydi.
Halkı da parçalara ayırıp biçimlendirmişlerdi.
Kürtler teröristti, dindarlar yobazdı, solcular haindi, Aleviler ahlaksızdı.
Sistemin hedefi olmak istemeyen bu gruptakilerin neler yapacağı, nasıl davranacağı da belirlenmişti.
Kürt olabilirdin ama “aslında Türk” olduğunu söyleyecektin, dindar olabilirdin ama dinin gereklerini yerine getirmeyecektin, solcu olabilirdin ama hayatı “yüce Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına” göre değerlendirecektin, Alevi olabilirdin ama Alevi olduğunu söylemeyecektin.
İtiraf etmek gerekir ki bu oyun tuttu.
Ezilenler, sistemin birbirleri hakkında söylediklerine inandılar çünkü.
Kendine “yobaz” denen dindar buna kızdı, bunu haksız buldu ama Kürtlerin “terörist” olduğuna inandı.
“Bana yobaz derken haksızlık eden biri, Kürt’e terörist derken de haksızlık yapmış olamaz mı” diye sormadı.
İşkencelerden geçen, köyleri yakılan, insanları sokaklarda öldürülen Kürtler, kendilerine “terörist” denmesindeki haksızlığı görüyorlardı ama dinarların “yobazlığı” konusunda bir kuşkuya düşmediler.
İnsafsız bir propagandayla “ahlakları” sorgulanan Aleviler, “insan sevgisini ibadetinin merkezine koyan birine ahlaksız diyenin, diğerleri hakkında söylediklerine inanmam doğru mu” diye sormadı.
Her askerî darbede belleri kırılan, en büyük acıyı çeken solcular, “Kürtlerin emperyalizmin ajanı teröristler olduğuna, dindarların irticacı yobazlar” olduğuna inanmakta neredeyse hiç duraklamadı.
Bu tabloyu olaylarla kanıtlamak için aşağılık oyunlardan da geri kalmadılar, Kürtler vahşi baskılarla dağlara sürüldü ve böylece boyunlarına “terörist” yaftası daha rahat asıldı.
Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da kitle eylemleriyle Alevilere saldırıldı, bütün Sünnilerin “yobazlığı” hak etmesi sağlandı.
Aleviliğin ne olduğunun anlatılmasına izin verilmedi ama onlar hakkındaki rezil propagandalar hep sürdürüldü.
Sistemin bu “yalancı dürbününün” merceği medyaydı.
Sistemin istediği görüntüler oradan yayılıyordu topluma.
Orduyla yargı hiç sorgulanmıyor ama halkın bütün kesimleri sürekli yaftalanıyordu.
Yalana ve çarpıtmaya dayalı bu sistem sonunda inanılmaz yolsuzluklar ve suçlar üretmeye başladı “sorgulanmayan kurumların” içinde.
Dünya da değişmeye başlamıştı.
Devletin her istediği suçu işleyebildiği, halkın sürekli baskı altında kaldığı ülkenin “bir çöplük” haline gelmesi, bütünleşmekte olan dünyayı da rahatsız etti.
Ülkenin içi de huzursuzlanıyordu, sermaye el değiştiriyordu.
Gerilim gittikçe artıyordu.
Sonunda sistemin “üç ayağı” göbeğinden yarıldı.
Ordunun içinden “darbeciliğe engel olmak” isteyen askerler çıktı, yargıda “hukuksuzluktan rahatsız olan” hukukçular hareketlendi, medyada bu sistemin dışında kalan gazeteler ve televizyonlar belirdi.
Türkiye gerçekleri görmeye başladı ve ikiye ayrıldı.
Ordunun içinde cunta kuran subaylarla, cuntalara karşı çıkan subaylar var ve “sistemden” yana olanlar “cuntacıları” gerçek ordu kabul edip, buna karşı çıkanlara “muhbir” diyor.
Yüksek yargıçlar, Ergenekon savcılarını durdurmaya çalıştığında, sistemden yana olanlar “yüksek yargıçları” yargının temsilcisi kabul ediyor.
Ordunun cuntacılarıyla, yargının “hukuksuzlarını” sahiplenen medya da kendine “merkez” medya adını takıyor.
Ama bu sistem, “yarım ordunun, yarım yargının, yarım medyanın” taşıyamayacağı kadar ağır suçlarla yüklü, onun için de “üç ayak” bel veriyor, esniyor ve kırılmaya doğru gidiyor.
Ordunun içindeki cuntaların planları ortaya çıkıyor, “askerî muhtıralara” karşı çıkmayan barolar “hoş geldin darbeci” pankartlarıyla karşılanıyor, Kafes planını görmezden gelen medyaya “senin asıl görevin ne” diye soruluyor.
Şimdi sıra, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, solcuların, bu baskıcı sistemin kendileri hakkında söylediklerini gözden geçirmesinde, “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sormasında.
Ezilenler bu soruyu sorduğunda bu sistem bitecek, bu ülkenin çocukları eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacak.
Tuesday, November 24, 2009
yasemin çongar ve Blue Velvet
Kurumların saygınlığı
Yasemin Çongar - 24.11.2009
Berrak mavi bir kubbenin altında ışıldayan nezih ve nazif bir mahalle... Sıkı dokunmuş bir halı gibi uzanan yemyeşil çimenlikte kırmızı güller, sarı laleler... Sokaktan geçerken çevredekilere el sallayan güleç itfaiyeciler, rehberleri eşliğinde gayet güvenli şekilde karşıdan karşıya geçen neşeli okul çocukları... Huzur içinde bahçesini sulayan bir adam...
İlk bakışta “mutluluğun resmi” gibi görünen bu sahneyle başlar David Lynch’in filmi.
Ama ilk bakışlar yanıltıcı olabilir; güzel bir örtünün altındakiler her zaman güzel değildir; cilalı bir yüzeyin kapladığı doku çatlaklarla doludur bazen.
Lynch de yüzeyle yetinmez; açılış sekansını tamamlarken, kamerasını çimlere odaklar:
Güzelim yeşilliğin altında, birbirini yiyen böcekler kaynaşmaktadır; sesleri ürkütücü, görüntüleri iğrençtir. Bahçesini sulayan adamsa ani bir krizle yere yıkılmış, çimlerin üzerinde can çekişmektedir.
1986 yapımı Mavi Kadife (Blue Velvet) filminin, “görüntü” ile “gerçek” arasındaki farkı anlatan bu ilk iki dakikası, Türkiye’nin gündemine pek uygun düşüyor bence.
Devletin derinlerini eşeledikçe ortaya çıkan pislik... Kimi kurumların pek muteber façadelarının arkasındaki fesat... “Düzenin dayanağı” sanılan güçlerin düzene darbe indirme çabasının her gün biraz daha deşifre olması... Bütün bunlar, Lynch’in böceklerini hatırlatıyor bana.
Türkiye’nin Taraf sayesinde haberdar olduğu Kafes Operasyonu Eylem Planı konusunda, medyanın bir kısmının uyguladığı karartma mesela, kamerayı yüzeyde tutma ısrarından başka nedir ki?
Bu yüzeyin altını oyan böcekleri görmezden gelmeleri, görüntüyü nereye kadar kurtarabilir sizce?
Huzurunuza ve hayatınıza kast edenleri yok sayarak, huzur içinde hayatınıza devam edebilir misiniz?
Ya da Kafes Planı’nı haberleştiren Taraf’ı, “kampanya” yürütmekle suçlayan Başbakan Erdoğan’ın, “Bırakın yargı bunu zaten araştırıyor, götürüyor... Bu kampanyalar kurumlarımızı zedeliyor, yıpratıyor” sözlerindeki mantığa uygun biçimde sorayım:
Gizliliğin gölgesindeki bir saygınlık sahte bir saygınlık değil midir aslında?
Kurumları zedeleyen, yıpratan şey, o kurumlarda suç ve şer planları hazırlanması mıdır yoksa bu planların ortaya çıkması mı?
Ve, çocuklarımızın canını tehdit eden bir planı bilmek, demokratik hakkımız olmaktan da öte, hayati bir hakkımız değil mi bizim?
Ben, vicdanını dinlediği zamanlarda Başbakan’ın da bu sorulara “evet” cevabı verdiğine inanıyorum doğrusu.
Ne yazık ki, Başbakan’ın vicdanını dinlemeyip dinlendirdiği, “siyaset” yapmayı, komutanın uyarılarına uygun bir üslupla konuşmak sandığı zamanlar da var...
İşte böyle zamanlarda, çıkıp “Kurumlarımızı tahrip etmeyin. Olay yargıya intikal etmişse bu işi kurcalamanın ne anlamı var” diyebiliyor Başbakan.
Varsın desin...
Toplum herkes gibi onun da ne dediğini duyuyor nasıl olsa, notunu veriyor.
Ve bu toplum, ne ironiktir ki yine Başbakan’ın dediği gibi, “kafese girmeyi” kabullenebilecek bir toplum değil artık.
2009 Türkiyesi, Sovyetik bir gizlilik kültürüyle yönetilebilecek bir memleket değil.
Saygınlıklarını korumak için, emir-komutayla susup, emir-komutayla konuşan bir medyaya muhtaç olan kurumların işi giderek zorlaşıyor.
Şeffaflaşma talebi, gizlilik kültürünü her geçen gün biraz daha geriletiyor çünkü.
Sırların “sır” kalmasına bağlı sahte bir saygınlığın yerini, gücünü şeffaflıktan alan gerçek bir saygınlığa bırakacağı bir geleceğe doğru ilerliyor devlet.
Kamera, derinlere odaklandığında da sürdürülebilecek bir saygınlık olacak bu...
Yasemin Çongar - 24.11.2009
Berrak mavi bir kubbenin altında ışıldayan nezih ve nazif bir mahalle... Sıkı dokunmuş bir halı gibi uzanan yemyeşil çimenlikte kırmızı güller, sarı laleler... Sokaktan geçerken çevredekilere el sallayan güleç itfaiyeciler, rehberleri eşliğinde gayet güvenli şekilde karşıdan karşıya geçen neşeli okul çocukları... Huzur içinde bahçesini sulayan bir adam...
İlk bakışta “mutluluğun resmi” gibi görünen bu sahneyle başlar David Lynch’in filmi.
Ama ilk bakışlar yanıltıcı olabilir; güzel bir örtünün altındakiler her zaman güzel değildir; cilalı bir yüzeyin kapladığı doku çatlaklarla doludur bazen.
Lynch de yüzeyle yetinmez; açılış sekansını tamamlarken, kamerasını çimlere odaklar:
Güzelim yeşilliğin altında, birbirini yiyen böcekler kaynaşmaktadır; sesleri ürkütücü, görüntüleri iğrençtir. Bahçesini sulayan adamsa ani bir krizle yere yıkılmış, çimlerin üzerinde can çekişmektedir.
1986 yapımı Mavi Kadife (Blue Velvet) filminin, “görüntü” ile “gerçek” arasındaki farkı anlatan bu ilk iki dakikası, Türkiye’nin gündemine pek uygun düşüyor bence.
Devletin derinlerini eşeledikçe ortaya çıkan pislik... Kimi kurumların pek muteber façadelarının arkasındaki fesat... “Düzenin dayanağı” sanılan güçlerin düzene darbe indirme çabasının her gün biraz daha deşifre olması... Bütün bunlar, Lynch’in böceklerini hatırlatıyor bana.
Türkiye’nin Taraf sayesinde haberdar olduğu Kafes Operasyonu Eylem Planı konusunda, medyanın bir kısmının uyguladığı karartma mesela, kamerayı yüzeyde tutma ısrarından başka nedir ki?
Bu yüzeyin altını oyan böcekleri görmezden gelmeleri, görüntüyü nereye kadar kurtarabilir sizce?
Huzurunuza ve hayatınıza kast edenleri yok sayarak, huzur içinde hayatınıza devam edebilir misiniz?
Ya da Kafes Planı’nı haberleştiren Taraf’ı, “kampanya” yürütmekle suçlayan Başbakan Erdoğan’ın, “Bırakın yargı bunu zaten araştırıyor, götürüyor... Bu kampanyalar kurumlarımızı zedeliyor, yıpratıyor” sözlerindeki mantığa uygun biçimde sorayım:
Gizliliğin gölgesindeki bir saygınlık sahte bir saygınlık değil midir aslında?
Kurumları zedeleyen, yıpratan şey, o kurumlarda suç ve şer planları hazırlanması mıdır yoksa bu planların ortaya çıkması mı?
Ve, çocuklarımızın canını tehdit eden bir planı bilmek, demokratik hakkımız olmaktan da öte, hayati bir hakkımız değil mi bizim?
Ben, vicdanını dinlediği zamanlarda Başbakan’ın da bu sorulara “evet” cevabı verdiğine inanıyorum doğrusu.
Ne yazık ki, Başbakan’ın vicdanını dinlemeyip dinlendirdiği, “siyaset” yapmayı, komutanın uyarılarına uygun bir üslupla konuşmak sandığı zamanlar da var...
İşte böyle zamanlarda, çıkıp “Kurumlarımızı tahrip etmeyin. Olay yargıya intikal etmişse bu işi kurcalamanın ne anlamı var” diyebiliyor Başbakan.
Varsın desin...
Toplum herkes gibi onun da ne dediğini duyuyor nasıl olsa, notunu veriyor.
Ve bu toplum, ne ironiktir ki yine Başbakan’ın dediği gibi, “kafese girmeyi” kabullenebilecek bir toplum değil artık.
2009 Türkiyesi, Sovyetik bir gizlilik kültürüyle yönetilebilecek bir memleket değil.
Saygınlıklarını korumak için, emir-komutayla susup, emir-komutayla konuşan bir medyaya muhtaç olan kurumların işi giderek zorlaşıyor.
Şeffaflaşma talebi, gizlilik kültürünü her geçen gün biraz daha geriletiyor çünkü.
Sırların “sır” kalmasına bağlı sahte bir saygınlığın yerini, gücünü şeffaflıktan alan gerçek bir saygınlığa bırakacağı bir geleceğe doğru ilerliyor devlet.
Kamera, derinlere odaklandığında da sürdürülebilecek bir saygınlık olacak bu...
Labels:
blue velvet,
david lynch,
ergenekon,
yasemin çongar
Subscribe to:
Posts (Atom)