Manly Palmer Hall

Manly Palmer Hall

Tuesday, November 24, 2009

yasemin çongar ve Blue Velvet

Kurumların saygınlığı


Yasemin Çongar - 24.11.2009

Berrak mavi bir kubbenin altında ışıldayan nezih ve nazif bir mahalle... Sıkı dokunmuş bir halı gibi uzanan yemyeşil çimenlikte kırmızı güller, sarı laleler... Sokaktan geçerken çevredekilere el sallayan güleç itfaiyeciler, rehberleri eşliğinde gayet güvenli şekilde karşıdan karşıya geçen neşeli okul çocukları... Huzur içinde bahçesini sulayan bir adam...

İlk bakışta “mutluluğun resmi” gibi görünen bu sahneyle başlar David Lynch’in filmi.

Ama ilk bakışlar yanıltıcı olabilir; güzel bir örtünün altındakiler her zaman güzel değildir; cilalı bir yüzeyin kapladığı doku çatlaklarla doludur bazen.

Lynch de yüzeyle yetinmez; açılış sekansını tamamlarken, kamerasını çimlere odaklar:

Güzelim yeşilliğin altında, birbirini yiyen böcekler kaynaşmaktadır; sesleri ürkütücü, görüntüleri iğrençtir. Bahçesini sulayan adamsa ani bir krizle yere yıkılmış, çimlerin üzerinde can çekişmektedir.

1986 yapımı Mavi Kadife (Blue Velvet) filminin, “görüntü” ile “gerçek” arasındaki farkı anlatan bu ilk iki dakikası, Türkiye’nin gündemine pek uygun düşüyor bence.

Devletin derinlerini eşeledikçe ortaya çıkan pislik... Kimi kurumların pek muteber façadelarının arkasındaki fesat... “Düzenin dayanağı” sanılan güçlerin düzene darbe indirme çabasının her gün biraz daha deşifre olması... Bütün bunlar, Lynch’in böceklerini hatırlatıyor bana.

Türkiye’nin Taraf sayesinde haberdar olduğu Kafes Operasyonu Eylem Planı konusunda, medyanın bir kısmının uyguladığı karartma mesela, kamerayı yüzeyde tutma ısrarından başka nedir ki?

Bu yüzeyin altını oyan böcekleri görmezden gelmeleri, görüntüyü nereye kadar kurtarabilir sizce?
Huzurunuza ve hayatınıza kast edenleri yok sayarak, huzur içinde hayatınıza devam edebilir misiniz?

Ya da Kafes Planı’nı haberleştiren Taraf’ı, “kampanya” yürütmekle suçlayan Başbakan Erdoğan’ın, “Bırakın yargı bunu zaten araştırıyor, götürüyor... Bu kampanyalar kurumlarımızı zedeliyor, yıpratıyor” sözlerindeki mantığa uygun biçimde sorayım:

Gizliliğin gölgesindeki bir saygınlık sahte bir saygınlık değil midir aslında?
Kurumları zedeleyen, yıpratan şey, o kurumlarda suç ve şer planları hazırlanması mıdır yoksa bu planların ortaya çıkması mı?
Ve, çocuklarımızın canını tehdit eden bir planı bilmek, demokratik hakkımız olmaktan da öte, hayati bir hakkımız değil mi bizim?

Ben, vicdanını dinlediği zamanlarda Başbakan’ın da bu sorulara “evet” cevabı verdiğine inanıyorum doğrusu.
Ne yazık ki, Başbakan’ın vicdanını dinlemeyip dinlendirdiği, “siyaset” yapmayı, komutanın uyarılarına uygun bir üslupla konuşmak sandığı zamanlar da var...


İşte böyle zamanlarda, çıkıp “Kurumlarımızı tahrip etmeyin. Olay yargıya intikal etmişse bu işi kurcalamanın ne anlamı var” diyebiliyor Başbakan.
Varsın desin...

Toplum herkes gibi onun da ne dediğini duyuyor nasıl olsa, notunu veriyor.
Ve bu toplum, ne ironiktir ki yine Başbakan’ın dediği gibi, “kafese girmeyi” kabullenebilecek bir toplum değil artık.

2009 Türkiyesi, Sovyetik bir gizlilik kültürüyle yönetilebilecek bir memleket değil.
Saygınlıklarını korumak için, emir-komutayla susup, emir-komutayla konuşan bir medyaya muhtaç olan kurumların işi giderek zorlaşıyor.

Şeffaflaşma talebi, gizlilik kültürünü her geçen gün biraz daha geriletiyor çünkü.

Sırların “sır” kalmasına bağlı sahte bir saygınlığın yerini, gücünü şeffaflıktan alan gerçek bir saygınlığa bırakacağı bir geleceğe doğru ilerliyor devlet.

Kamera, derinlere odaklandığında da sürdürülebilecek bir saygınlık olacak bu...

No comments:

Post a Comment