DANIŞTAY’DAKİ İYİ ÇOCUKLAR"
Turkiye’nin yakın tarihi ‘İyi çocukları’ın maceraları ile dolu diyebiliriz.
Bilindiği gibi bu tabir ilk defa Kasım 2005 de o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından Şemdinli olaylarında söylenmişti.
Şemdinli olayları için Wikipedia şöyle diyor “2005 Şemdinli olayları, Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 günü patlayan bir bomba üzerine çıkan olaylardır. Olay kimileri tarafından PKK'nın eylemi olarak görülürken, kimileri tarafından da bölge halkını kışkırtmak için derin devlet tarafından yapıldığı iddia edildi.”
Sonra ne oldu halk kaderin tesadüfi ile olay çıkaranları yakaladı.Olay çıkaranlar iki jandarma istihbarat görevlisiydi.Arabaları kapının önünde bulundu içinde krokiler ve silahlar vardı.Konu Meclis Araştırma komisyonuna geldi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın 'Tanırım. İyi çocuktur' demesinin hemen ardından Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nın astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz'i takdirnameyle ödüllendirdiği ortaya çıktı. TBMM Şemdinli Olaylarını Araştırma Komisyonu'nun CHP'li Üyesi Ahmet Ersin, yakalanan Kaya ve İldeniz'e ödül verilmesinin altında yargıyı yönlendirme niyetinin olabileceğine dikkat çekti. CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan da, 'Ödüllendirilmeleri himaye altına alındıklarını gösterir' dedi.
Diğer İyi çocuk vakası 17 Mayıs 2006 Danıştay saldırısının ve halen Ergenekon Terör örgütünün sanık faili Avukat Alpaslan Aslan’ın bir polis memurunun olayı bilmeden elinde silah olduğu için kaderin tesadüfî ile yakalaması vakasıdır. Danıştay’da o gün OYAK tarafından işletilen kameralar bozuk. Danıştay Başkanı Tansel Çölaşan ‘Fail tekbir getirdi’ diyor. Fakat tanıklar ifadelerinde doğrulamıyorlar. Demek iyi çocuk heyecandan unutmuş. Olay yerine polisten önce jandarma geliyor. Saldırı laikliğe yönelik olarak tanımlanıp ‘Kahrolsun şeriat’yürüyüşleri ve mitingleri başlıyor.
Teknik takibin önemi
Atlanan bir şey vardı,TBMM 2005 yılında Türkiye İstihbarat Birimlerinin birleştirilmesi ile ilgili kanun çıkarmış ve Telekomunikasyon İletişim Başkanlığı kurulmuştu.Böylece Savcılar olaylar arasındaki ilişkiler bağını teknik takible doğru bilgilerle çözebiliyorlardı.
Şimdi neden TİB’in kapatılması ve çalıştırılmaması için uğraşıldığını anlayabiliyoruz. Muhtemelen 367 mucidi Sabih Kanadoğlu bir formül bulacaktır.
Simdi sıra AKP’nin kapatılması davasına gelmiştir.
Bunun için formül YÖK’ün Katsayı kararı için hükümete Başörtüsü meselesinde olduğu gibi hata yaptırtıp sonra laiklikle bağlantı kurup dava açma planı vardır.
Danıştay’daki iyi çocuklar devreye girip hukuki temeli ideolojik önyargılarla oluşturulmuş karar ortaya çıktı.
Bilindiği gibi iyi çocuk olarak tanımlanan kişiler Genelkurmay Başkanlığının Psikolojik harp şimdiki adı ile Bilgi destek birimince seçilmiş kadrolu görevlilerdir.
Gayri Nizami Harp uygulamalarında iyi çocukların bazıları görevlerini kötüye kullanarak dış düşman için kurulmuş olan resmi görevlendirmeyi iç düşman tanımlaması ile siyasete müdahale olarak işletmektedirler.
Meslek liseliler Matematik olimpiyatlarına girerse ne olur?
Danıştay’ın ÖSS de Meslek liselilerin düşük puan almasını hukuka uygun gören katsayı kararı için şu soruları soralım.
Bu sorular kararın hukuk ve pedagoji biliminin gereklerine göre değil resmi ideolojini gereklerine göre alındığını gösterir.
1- Resmi ideoloji için hukuk rafa kaldırılabilir mi?
2- “Farklı hukuki statüdeki liseliler arasındaki eşitlik bozulmuştur” diyen Danıştay İmam Hatip konusu olmasa aynı kararı verecek mi idi?
3-Konu spor karşılaşması ve bilgi yarışması olsaydı dereceler farklı hukuki statülü denilen meslek liselilerine düşük katsayı ile mi verilecekti.
Yani “Matematik Olimpiyatları”na giren bir meslek liselinin puanı düşürülecek miydi? ÖSS’nin bundan ne farkı var?
Bırakalım katsayı meselesini düzeltmeyi, bataklıkla uğraşalım. Sivrisinekleri üreten adil olmayan bataklık haline gelen hukuk sistemimizi acilen değiştirelim. Yoksa TBMM yeni parti kurmak zorunda kalacak.
Anadolu insanı saf yerine konulmaya devam edilmemeli
Kontrgerilla adı ile soğuk savaş öncesi milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı.Şimdi de Ulusalcı ve alevi iyi çocuklar kullanılıyor.Daha önce ABD dış destekli milliyetçi iyi çocuklar kullanıldı şimdi de Rusya Avrasya eksenli ulusalcı iyi çocuklar kullanılıyor.Bunun için şimdiki iyi çocuklar ABD düşmanı.
Şemdinli’de halk “Milli çıkarlar için suç işlenebilir, kışkırtma yapılabilir” diyen iyi çocukları yakalamış ama polis yakalayamamıştı.
Şimdi ise kamu vicdanı Danıştayda ki iyi çocukları vicdanları ile yakalamalı, mahkum etmeli ve demokratik tepkisini göstermeli.Yoksa yurdum insanı saf yerine konulmaya devam edilecek.
Yüksek Yargıdaki iyi çocuklar daha sofistike polis bir şey yapamaz kamu vicdanı harekete geçmeli.
Akıllı,Özgür ve Milli olan hiç kimse kendisini kullandırtmaz.Yüksek yargıdaki iyi insanların vicdanı harekete geçmeli.
Kader artık tesadüflerle bize yardım etmek zorunda kalmayabilir.
Nevzat Tarhan - Haber 7
ntarhan@gmail.com
Saturday, November 28, 2009
Karabekir'in Atatürk'ü sevmediği yavaş yavaş anlaşılıyor..
'Emrinizdeyim Paşam' diyor ama günlük farklı
Burak ARTUNER
28.11.2009
Atatürk'ün silah arkadaşı ve Cumhuriyet döneminin önemli ismi Kâzım Karabekir 42 yıl boyunca günlük tuttu. Günlüklerde Atatürk'le olan fikri ayrılığı açıkça görülüyor
Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa'ya, Erzurum'da buluştuklarında "Emrinizdeyim Paşam" diyen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın "Günlükleri" 61 yıl sonra ilk kez Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlüklerdeki notlarda, milli mücadele boyunca Edirne Milletvekili ve Doğu Cephesi Komutanı olarak görev yapan Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal Paşa'ya ve onun bazı yakın silah arkadaşlarına bakış açısını gösteren pek çok ifade, çok tartışılacağa benziyor. 1906 yılından Meclis Başkanı iken öldüğü 1948'e kadar aralıklarla tuttuğu günlüğünde Kâzım Karabekir'in Mustafa Kemal'e hep şüpheyle baktığı yazdıklarından ortaya çıkıyor. İşte Karabekir'in, Mustafa Kemal Atatürk'ün 'günlükteki ayrılıkları':
NEDEN SAMSUN'A ÇIKTI
21 Mayıs 1919 (...)Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış. Neden Samsun'da vakit geçiriyor. Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi. Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahri Yaver-i Padişahi" dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
3 Temmuz 1919 Perşembe (...) Bilhassa Havza'dan Kemal Paşa adeta firar etmiş! Tali Bey kendisini ikazına rağmen pek fena bir tesir yapmış. Tabii Sivas'ta da durmadığından her yerde aynı tesiri yapmış.
16 Ağustos 1920 Pazartesi Sünnet düğününe (gürbüzlerin) İsmet Bey'e şifre: Mustafa Kemal Paşa karargâhının kumarhane haline geldiği hakkında.
BURAK ARTUNER'İN NOTU: Yapı Kredi Yayınları'ndan basılan günlüklerde 'kumar' iddiasıyla ilgili açıklayıcı bir bilgi yok. Fakat Karabekir, Emre Yayınları tarafından daha önce basılan İstiklâl Harbi'ne neden girdik, nasıl girdik, nasıl idare ettik adlı eserinde İsmet Bey'e (İnönü) gönderdiği şifre metnine yer veriyor. Söz konusu metin şöyle: "Karargâhların saygınlıklarının halk ve asker üzerindeki tesiri malûmdur. Karşı inkılâpçılar da bu zayıf noktadan tabii çok yararlanmışlar. Bana gelen dedikodulara göre Mustafa Kemal Paşa Hazretler'nin muhitindeki ufak rütbeli zabitanın, sabahlara kadar poker oynadıklarıdır! (...) Paşa Hazretlerinin malûmatı olmadığına kâni olduğum bu fenalıkların sûreti munasebede izalesi himmetinize bağlıdır."
11 Temmuz 1921 Pazartesi (...) Mustafa Kemal Paşa'ya Teşkilât-ı Esasiye hakkındaki şifrem (M. Kemal'in nutku sahife 371 vesika cevap 25 Temmuz'dadır.) Cumhuriyet vehimdir. Türkiye'nin siyasetinde Halife-i İslam olacak bir hükümdar sultan bulunacaktır. Osmanlı Hanedanı'ndan bahis yok! Şâyân-ı dikkat bir ifade.
İSMET'İN NUTKU PEK GÜLÜNÇ
27 Temmuz 1932 İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: Usulen her şeyi yapan Gazi'dir nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli davaya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki milli rehberden refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932 Çarşamba Mübadillere verilen bonoların müthiş ihtikârla kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
NEDEN SAMSUN'A ÇIKTI
21 Mayıs 1919 (...)Mustafa Kemal'den ilk şifre: Neden Samsun'a çıkmış. Neden Samsun'da vakit geçiriyor. Memuriyeti kabul ettim diyor. Neden daha evvel etmedi. Bu memuriyet nedir? Padişah ve Ferit Paşa'nın birer nefer gibi hizmet edeceğiz diye gazetelerde beyannameleri vardı. Kemal Paşa'yı mukavemet için mi gönderdiler. "Fahri Yaver-i Padişahi" dediğine nazaran Padişah tarafından bir vazifedar mı idi?
3 Temmuz 1919 Perşembe (...) Bilhassa Havza'dan Kemal Paşa adeta firar etmiş! Tali Bey kendisini ikazına rağmen pek fena bir tesir yapmış. Tabii Sivas'ta da durmadığından her yerde aynı tesiri yapmış.
16 Ağustos 1920 Pazartesi Sünnet düğününe (gürbüzlerin) İsmet Bey'e şifre: Mustafa Kemal Paşa karargâhının kumarhane haline geldiği hakkında.
BURAK ARTUNER'İN NOTU: Yapı Kredi Yayınları'ndan basılan günlüklerde 'kumar' iddiasıyla ilgili açıklayıcı bir bilgi yok. Fakat Karabekir, Emre Yayınları tarafından daha önce basılan İstiklâl Harbi'ne neden girdik, nasıl girdik, nasıl idare ettik adlı eserinde İsmet Bey'e (İnönü) gönderdiği şifre metnine yer veriyor. Söz konusu metin şöyle: "Karargâhların saygınlıklarının halk ve asker üzerindeki tesiri malûmdur. Karşı inkılâpçılar da bu zayıf noktadan tabii çok yararlanmışlar. Bana gelen dedikodulara göre Mustafa Kemal Paşa Hazretler'nin muhitindeki ufak rütbeli zabitanın, sabahlara kadar poker oynadıklarıdır! (...) Paşa Hazretlerinin malûmatı olmadığına kâni olduğum bu fenalıkların sûreti munasebede izalesi himmetinize bağlıdır."
11 Temmuz 1921 Pazartesi (...) Mustafa Kemal Paşa'ya Teşkilât-ı Esasiye hakkındaki şifrem (M. Kemal'in nutku sahife 371 vesika cevap 25 Temmuz'dadır.) Cumhuriyet vehimdir. Türkiye'nin siyasetinde Halife-i İslam olacak bir hükümdar sultan bulunacaktır. Osmanlı Hanedanı'ndan bahis yok! Şâyân-ı dikkat bir ifade.
İSMET'İN NUTKU PEK GÜLÜNÇ
27 Temmuz 1932 İzmir'de Gazi heykeli açıldı. İsmet'in 28 tarihli gezetedeki nutku pek gülünç: Usulen her şeyi yapan Gazi'dir nakaratıyla dolu! Bir de diyor ki: Fertler milli davaya faydalı olmalı ve her halde zararlı olmamaları şartıyladır ki milli rehberden refah isteyebilirler! (Ne âlâ, Abdülhamid'in prensibini tasvir ediyor bizim koca İsmet!)
6 Temmuz 1932 Çarşamba Mübadillere verilen bonoların müthiş ihtikârla kırıldığı söyleniyor. Beş yüz bin liralık bir bonoyu Kılıç Ali Bey elli bin liraya satın almış. Maliyeden tam tahsil etmiş!
Friday, November 27, 2009
Ergenekon 1 numara
Ergenekon'un 1 numarası kim?
a-) Recep Tayyip Erdoğan
b-) Abdullah Gül
c-) Rahmi Koç
d-) Hüseyin Kıvrıkoğlu
e-) Genelkurmay 2. başkanları
f-) Hiçbiri
a-) Recep Tayyip Erdoğan
b-) Abdullah Gül
c-) Rahmi Koç
d-) Hüseyin Kıvrıkoğlu
e-) Genelkurmay 2. başkanları
f-) Hiçbiri
Leylekler...
Güncel tarih
Böyle akıldışı bir durum nasıl mümkün oluyor? Oluyor, tarihi bir sır. Tarih, “bilinmezlik bulutu”yla örtülü. Bazı olgular düpedüz yok edilmiş, onun için soran eden de yok. Bazıları yok edilemediği için (birileri habire hatırlattığı için) tahrif edilmiş. Ermeni Kıyımı gibi. Sonuç olarak, bütün dünya bu çeşit olguyu bir biçimde biliyor, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı (yalnız o) başka bir biçimde biliyor. Bunun tuhaf ve kuşku uyandıracak bir durum olup olmadığı sorulunca, onun da cevabı hazır: bütün dünya bize düşman!
Bunların doğal sonucu olarak, tarih hep güncel. Çünkü her zaman merak konusu. Ama son zamanlarda merakın arttığını da söyleyebiliriz. Türkiye, bir süreden beri Askerî Cumhuriyet’in giydirdiği korseye (ya da “deli gömleği” diyelim) sığmamaya başladı. Bu aslında yekpare bir süreç, ama her gün bir başka “veçhe”siyle karşımızda cisimleşiyor: bir gün “ıslak imzalı kâğıt parçası”nı görüyoruz; bir gün tuhaf bir “Yüksek Yargı” kararı karşımıza dikiliyor; günün birinde de Onur Öymen Dersim’i konuşuyor.
Merak yıllardır biriktiği için, tepki de büyük olabiliyor. Örneğin ben Onur Öymen’in mahut sözlerinin bu kadar yankı uyandırmasına şaşırıyorum. Ama, demek ki, “Kürt isyanları varmış” falan gibi genellemeler arasında, bunların hangisinin nasıl olduğunu kimse merak etmeden, öylece geçip gidiyormuş. Şimdi, dediğim bu “merak uyanması” çağında birdenbire böyle önem kazandı.
Türkiye’nin böylece kendi “Aydınlanma Çağı’na girdiğini söyleyebiliriz belki; çünkü ancak şu dönemde kendimiz hakkında “aydınlanıyoruz”. Eskiden de, ta başından beri, bunları bilenler vardı. Ama ancak şimdi “bilginin toplumsallaşması” gibi bir sürece girdik.
Bu da, yeni bir fenomeni yaratmadı ama daha belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. Bu şekilde kendilerine ulaşan bilgi karşısında kitlelerin gösterdiği tepkide belirginleşen ayrışmayı kastediyorum. Bir kesim art arda gelen bu bilgileri şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek karşılıyor; “dünyadan haberimiz yokmuş” diyor; dolayısıyla o “dünya” hakkındaki düşüncelerini değiştirmeye başlıyor. Bu, bence, takınılacak en sağlıklı tavır ve böyle yapanlar hiç de az değil. Uzun vadede belirleyici olacak tutum da bu zaten.
Bu sevimsiz “bilgi”lerin tepemize yağmur gibi yağmaya başlaması, kimilerinde “inkârcı”lığı perçinleyen bir etki yaratıyor. Böyle tepki gösterenlerin çoğu “kötü insan” olduğu için değil, aslında “iyi insan” olduğu için bu tutumu benimsiyor. Gerçeklik onlara dayanılmaz geliyor, “demek ki o olay bu şekilde olmuş” dedikleri anda her şeylerinin yıkılacağına inanıyor, “Hayır, hayır, olmamıştır”a sığınıyorlar.
Tipik bir “erkek okulu” yaşantısıdır. Büyük oğlanlar küçüklere cinsel eylemi anlatırlar. Leylekle geldiğine inanan küçükler “Benim annemle babam öyle şey yapmaz” diye ağlar!
Ama bir de üçüncü kesim var: “Yapmadık, ama yapmışsak iyi yapmışız” diyenler bunlar. Bunlar da aslında hep vardı. 12 Eylül eğitimi ve medyasıyla sayıları iyice arttı. Burada bilinçli bir kararlılık görüyorsunuz. Birileri denizaltı patlatınca bunlar da gerekli tepkiyi gösterecek; zaten birinin varlığı öbürünün varlığının temeli. Kalabalık olabildikleri yerlerde (farklı mekanizmalarla Trabzon’da veya İzmir’de örneğin) “kitle eylemi”ne de çıkabiliyorlar. Çıktıklarında “Olmamıştır. İnanmam”cıları da yanlarına çekebiliyorlar.
Bunlar, geçiş döneminin yeni (ideolojik) cemaatleri.
Çağdaş Hassasiyet
Karşımızda kılık kıyafetiyle modern bir kadın var... Düşük bel pantolon, beli açıkta bırakan bir bluz, gümüş taklidi iri halkalı kolye, gülümseyen bir surat olarak tasarımlanmış büyük küpeler, siyahtan sarıya uzanan meçli saçlar ve kırmızı ojeli tırnaklar. Ama bu kadın aslında sandığınız gibi modern değil. O ‘çağdaş’ bir kadın... Elinde bir taş var. Kaldırmış gösteriyor. Zamanı gelince atacak besbelli... O kendisine benzemeyenlerle birlikte yaşamak istemeyen, kendisine benzemeyenlere tahammül bile edemeyen ve bu tepkisini ancak şiddet yoluyla dışa vuran bir kadın. Kısaca ‘çağdaş’ biri.
İzmir’de DTP konvoyunu ‘karşılayanların’ fotoğrafları bu çağdaşlığın nasıl cemaatsel bir tabana oturduğunu iyi gösteriyor. Çağdaşlık bir kültürel kimlik olmuş durumda. Aslında şaşırtıcı değil, çünkü Türk kimliği tümüyle devlet tarafından tanımlanan ve kamusal alandaki davranışlarla kanıtlanan bir siyasi kimlikten öte gidemedi. Dolayısıyla kendilerine ‘Türk’ diyenlerin kültürel zemini belirsiz ve sığ kaldı. Çağdaşlık o boşluğu dolduran bir yanılsama. Sığlığı ortadan kaldırmayan, ancak cemaatsel bir ortaklık yarattığı ölçüde, kişiye temelsiz olsa da özgüven kazandıran bir yumuşak kibirlilik hali. O nedenle çağdaş insanlar genellikle birbirlerine benziyorlar. Sadece kılık kıyafetleriyle değil, asıl kamusal alandaki tepkileriyle ve bu tepkilerin ima ettiği zihniyetle... Böyle bakıldığında çağdaşlığın çarpık bir modernlik türü olduğunu ve modernliğin tümünü hazmedemediği için de çoğulculuğu taşıyamadığını öne sürebiliriz.
Taraf’ın pazartesi günkü haberinin başlığı olan ‘taşlı-sopalı çağdaşlık’, İzmir’de görünür hale gelen bu dışlayıcı ve giderek ırkçı ‘hassasiyetin’ adını tam olarak koymuş gözükmüyor. Çünkü çağdaşlık zaten ‘taşlı-sopalı’ bir duruş. İnsanların ellerinde genelde taş olmamasının ve onun yerine modern aksesuarların taşınmasının nedeni, taşa mubah olan ötekilerin civarda bulunmaması ve çağdaş cemaatin bölgesinin steril bir biçimde kalması. Ancak bu steril durumun bozulduğu an, çağdaş cemaatin bastırılmış yenilgi duygusu ve buradan nasiplenen öfkesi şiddeti gereksiniyor.
Bu öfke aslında çağdaş cemaatin ‘siyasete’ katılma biçimi... Türkiye’nin bugünü ve yarını üzerinde o denli az etkiye sahipler ve kendilerini de öylesine edilgen hissediyorlar ki, aslında siyaseti bir bütün olarak mahkûm etmek, dışlamak ve mümkünse durdurmak istiyorlar. Bu yüzden şiddete eğilim göstermeleri son derece doğal. Siyaseti anlamsızlaşan şey, konuşmanın yerini silahın almasıdır ve bu çağdaş kesim de onlara en ‘insani’ gelen tercihi yaparak taş atıyor. Ne var ki burada biraz mide bulandıran bir durum da var: Toplu fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla taşlar bir örnek gibi. Herhalde özel olarak üretilmiş ve bu tür etkinliklerde kullanılmak üzere saklanmış değiller. Ayrıca avuca oturmak zorunda olduğu için, taşların boyutlarının birbirine yakın olması da doğal. Ama gene de insan, bu gözlemi, etkinliğin ortaya çıkma biçimi ve sonrası ile birleştirdiğinde huylanmıyor değil. Cumhuriyet mitingleri tadında ama daha koyu kıvamda bir operasyonla karşı karşıyayız sanki. Tat aynı... İstiklal marşı, bayraklar, yürüyüş... Ama kıvamı koyu, çünkü bu kez karşıt olduklarınızla yüz yüzesiniz. Dolayısıyla taş anlamlı ve hele herkeste aynı boyda ve cinste taşların olması daha da anlamlı. Nitekim Taraf haberinin yan sütununda yer alan notlarda meselenin nasıl cemaatsel bir birlikteliğe denk düştüğü, hatta soldan bakanlar için ‘etno-sınıfsal’ olduğu açık. Birinin öldüğü haberi üzerine, “ölen Türk mü Kürt mü” diye soran kişiyi siz insanlığını unutmakla suçlayabilirsiniz, ama çağdaşlığın bir ritüele dönüştüğü noktada ‘insan’ zaten teferruat. Öte yandan olayı daha ‘gerçekçi’ bir biçimde algılayanlar da var: “Ciplerle şov yapıyorlar. Ben Türküm binemiyorum. Onlar neden biniyor” diye soran kişinin milli kimlikle araba tipi arasında oluşturduğu ilişkiyi de birçoğunuz yadırgayabilir. Oysa çağdaşlık zaten hak edilmemiş ama doğallaştırılmış bir kimliksel imtiyaz alanıdır. Yani ciplerle Türkler arasında nasıl doğal bir bağ varsa, Kürtlerin de üstü açık kamyonlarla bağı vardır. Çağdaşlık bu ayrışmayı sadece kuramsal alanda bırakmaz ve günlük hayatın reel ve sembolik diline de tahvil eder...
Daha iyi anlaşılması açısından size başka bir fotoğrafı hatırlatayım: Birinin kepenkleri kapalı, diğeri açık iki dükkân vitrini... Önünde uzun mantolu, topluklu ayakkabılı, saçları yapılmış bir kadın duruyor. Son derece modern. Ama aslında modernden ziyade çağdaş. Bunu elinde tuttuğu ve vitrinin camına indirmek üzere olduğu sopadan anlıyoruz... Tarih 6 Eylül 1955. Gayrımüslimlerden birine ait dükkânı talan etmeye hazırlanan kişilerden biri o. Kendisine benzemeyenlerin ‘burada’ hayat hakkının olmadığını, çünkü ‘buranın’ bütün cipleriyle ve sosyal imtiyazlarıyla birlikte kendisine ait olduğunu düşünen biri... Ötekilerin mal varlığına ve hayat hakkına el koymaya hazır, bunun için gerekli olan şiddeti uygulamaktan kaçınmayacak kadar ‘karakterli’ biri... Çağdaş bir kadın.
Etyen Mahçupyan
http://taraf.com.tr/makale/8729.htm
İzmir’de DTP konvoyunu ‘karşılayanların’ fotoğrafları bu çağdaşlığın nasıl cemaatsel bir tabana oturduğunu iyi gösteriyor. Çağdaşlık bir kültürel kimlik olmuş durumda. Aslında şaşırtıcı değil, çünkü Türk kimliği tümüyle devlet tarafından tanımlanan ve kamusal alandaki davranışlarla kanıtlanan bir siyasi kimlikten öte gidemedi. Dolayısıyla kendilerine ‘Türk’ diyenlerin kültürel zemini belirsiz ve sığ kaldı. Çağdaşlık o boşluğu dolduran bir yanılsama. Sığlığı ortadan kaldırmayan, ancak cemaatsel bir ortaklık yarattığı ölçüde, kişiye temelsiz olsa da özgüven kazandıran bir yumuşak kibirlilik hali. O nedenle çağdaş insanlar genellikle birbirlerine benziyorlar. Sadece kılık kıyafetleriyle değil, asıl kamusal alandaki tepkileriyle ve bu tepkilerin ima ettiği zihniyetle... Böyle bakıldığında çağdaşlığın çarpık bir modernlik türü olduğunu ve modernliğin tümünü hazmedemediği için de çoğulculuğu taşıyamadığını öne sürebiliriz.
Taraf’ın pazartesi günkü haberinin başlığı olan ‘taşlı-sopalı çağdaşlık’, İzmir’de görünür hale gelen bu dışlayıcı ve giderek ırkçı ‘hassasiyetin’ adını tam olarak koymuş gözükmüyor. Çünkü çağdaşlık zaten ‘taşlı-sopalı’ bir duruş. İnsanların ellerinde genelde taş olmamasının ve onun yerine modern aksesuarların taşınmasının nedeni, taşa mubah olan ötekilerin civarda bulunmaması ve çağdaş cemaatin bölgesinin steril bir biçimde kalması. Ancak bu steril durumun bozulduğu an, çağdaş cemaatin bastırılmış yenilgi duygusu ve buradan nasiplenen öfkesi şiddeti gereksiniyor.
Bu öfke aslında çağdaş cemaatin ‘siyasete’ katılma biçimi... Türkiye’nin bugünü ve yarını üzerinde o denli az etkiye sahipler ve kendilerini de öylesine edilgen hissediyorlar ki, aslında siyaseti bir bütün olarak mahkûm etmek, dışlamak ve mümkünse durdurmak istiyorlar. Bu yüzden şiddete eğilim göstermeleri son derece doğal. Siyaseti anlamsızlaşan şey, konuşmanın yerini silahın almasıdır ve bu çağdaş kesim de onlara en ‘insani’ gelen tercihi yaparak taş atıyor. Ne var ki burada biraz mide bulandıran bir durum da var: Toplu fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla taşlar bir örnek gibi. Herhalde özel olarak üretilmiş ve bu tür etkinliklerde kullanılmak üzere saklanmış değiller. Ayrıca avuca oturmak zorunda olduğu için, taşların boyutlarının birbirine yakın olması da doğal. Ama gene de insan, bu gözlemi, etkinliğin ortaya çıkma biçimi ve sonrası ile birleştirdiğinde huylanmıyor değil. Cumhuriyet mitingleri tadında ama daha koyu kıvamda bir operasyonla karşı karşıyayız sanki. Tat aynı... İstiklal marşı, bayraklar, yürüyüş... Ama kıvamı koyu, çünkü bu kez karşıt olduklarınızla yüz yüzesiniz. Dolayısıyla taş anlamlı ve hele herkeste aynı boyda ve cinste taşların olması daha da anlamlı. Nitekim Taraf haberinin yan sütununda yer alan notlarda meselenin nasıl cemaatsel bir birlikteliğe denk düştüğü, hatta soldan bakanlar için ‘etno-sınıfsal’ olduğu açık. Birinin öldüğü haberi üzerine, “ölen Türk mü Kürt mü” diye soran kişiyi siz insanlığını unutmakla suçlayabilirsiniz, ama çağdaşlığın bir ritüele dönüştüğü noktada ‘insan’ zaten teferruat. Öte yandan olayı daha ‘gerçekçi’ bir biçimde algılayanlar da var: “Ciplerle şov yapıyorlar. Ben Türküm binemiyorum. Onlar neden biniyor” diye soran kişinin milli kimlikle araba tipi arasında oluşturduğu ilişkiyi de birçoğunuz yadırgayabilir. Oysa çağdaşlık zaten hak edilmemiş ama doğallaştırılmış bir kimliksel imtiyaz alanıdır. Yani ciplerle Türkler arasında nasıl doğal bir bağ varsa, Kürtlerin de üstü açık kamyonlarla bağı vardır. Çağdaşlık bu ayrışmayı sadece kuramsal alanda bırakmaz ve günlük hayatın reel ve sembolik diline de tahvil eder...
Daha iyi anlaşılması açısından size başka bir fotoğrafı hatırlatayım: Birinin kepenkleri kapalı, diğeri açık iki dükkân vitrini... Önünde uzun mantolu, topluklu ayakkabılı, saçları yapılmış bir kadın duruyor. Son derece modern. Ama aslında modernden ziyade çağdaş. Bunu elinde tuttuğu ve vitrinin camına indirmek üzere olduğu sopadan anlıyoruz... Tarih 6 Eylül 1955. Gayrımüslimlerden birine ait dükkânı talan etmeye hazırlanan kişilerden biri o. Kendisine benzemeyenlerin ‘burada’ hayat hakkının olmadığını, çünkü ‘buranın’ bütün cipleriyle ve sosyal imtiyazlarıyla birlikte kendisine ait olduğunu düşünen biri... Ötekilerin mal varlığına ve hayat hakkına el koymaya hazır, bunun için gerekli olan şiddeti uygulamaktan kaçınmayacak kadar ‘karakterli’ biri... Çağdaş bir kadın.
Etyen Mahçupyan
http://taraf.com.tr/makale/8729.htm
Thursday, November 26, 2009
Karanlık Bir Rejimin Sonu
Ahmet Altan/Taraf
Üç Ayak
Aslında oyun çok basitti.
Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.
Ordu, yargı, medya.
Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.
Ordu, disiplinli, güvenilir ve şanlıydı.
Yargı, bağımsız, tarafsız ve saygıdeğerdi.
Medya, dürüst ve gerçekçiydi.
Halkı da parçalara ayırıp biçimlendirmişlerdi.
Kürtler teröristti, dindarlar yobazdı, solcular haindi, Aleviler ahlaksızdı.
Sistemin hedefi olmak istemeyen bu gruptakilerin neler yapacağı, nasıl davranacağı da belirlenmişti.
Kürt olabilirdin ama “aslında Türk” olduğunu söyleyecektin, dindar olabilirdin ama dinin gereklerini yerine getirmeyecektin, solcu olabilirdin ama hayatı “yüce Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına” göre değerlendirecektin, Alevi olabilirdin ama Alevi olduğunu söylemeyecektin.
İtiraf etmek gerekir ki bu oyun tuttu.
Ezilenler, sistemin birbirleri hakkında söylediklerine inandılar çünkü.
Kendine “yobaz” denen dindar buna kızdı, bunu haksız buldu ama Kürtlerin “terörist” olduğuna inandı.
“Bana yobaz derken haksızlık eden biri, Kürt’e terörist derken de haksızlık yapmış olamaz mı” diye sormadı.
İşkencelerden geçen, köyleri yakılan, insanları sokaklarda öldürülen Kürtler, kendilerine “terörist” denmesindeki haksızlığı görüyorlardı ama dinarların “yobazlığı” konusunda bir kuşkuya düşmediler.
İnsafsız bir propagandayla “ahlakları” sorgulanan Aleviler, “insan sevgisini ibadetinin merkezine koyan birine ahlaksız diyenin, diğerleri hakkında söylediklerine inanmam doğru mu” diye sormadı.
Her askerî darbede belleri kırılan, en büyük acıyı çeken solcular, “Kürtlerin emperyalizmin ajanı teröristler olduğuna, dindarların irticacı yobazlar” olduğuna inanmakta neredeyse hiç duraklamadı.
Bu tabloyu olaylarla kanıtlamak için aşağılık oyunlardan da geri kalmadılar, Kürtler vahşi baskılarla dağlara sürüldü ve böylece boyunlarına “terörist” yaftası daha rahat asıldı.
Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da kitle eylemleriyle Alevilere saldırıldı, bütün Sünnilerin “yobazlığı” hak etmesi sağlandı.
Aleviliğin ne olduğunun anlatılmasına izin verilmedi ama onlar hakkındaki rezil propagandalar hep sürdürüldü.
Sistemin bu “yalancı dürbününün” merceği medyaydı.
Sistemin istediği görüntüler oradan yayılıyordu topluma.
Orduyla yargı hiç sorgulanmıyor ama halkın bütün kesimleri sürekli yaftalanıyordu.
Yalana ve çarpıtmaya dayalı bu sistem sonunda inanılmaz yolsuzluklar ve suçlar üretmeye başladı “sorgulanmayan kurumların” içinde.
Dünya da değişmeye başlamıştı.
Devletin her istediği suçu işleyebildiği, halkın sürekli baskı altında kaldığı ülkenin “bir çöplük” haline gelmesi, bütünleşmekte olan dünyayı da rahatsız etti.
Ülkenin içi de huzursuzlanıyordu, sermaye el değiştiriyordu.
Gerilim gittikçe artıyordu.
Sonunda sistemin “üç ayağı” göbeğinden yarıldı.
Ordunun içinden “darbeciliğe engel olmak” isteyen askerler çıktı, yargıda “hukuksuzluktan rahatsız olan” hukukçular hareketlendi, medyada bu sistemin dışında kalan gazeteler ve televizyonlar belirdi.
Türkiye gerçekleri görmeye başladı ve ikiye ayrıldı.
Ordunun içinde cunta kuran subaylarla, cuntalara karşı çıkan subaylar var ve “sistemden” yana olanlar “cuntacıları” gerçek ordu kabul edip, buna karşı çıkanlara “muhbir” diyor.
Yüksek yargıçlar, Ergenekon savcılarını durdurmaya çalıştığında, sistemden yana olanlar “yüksek yargıçları” yargının temsilcisi kabul ediyor.
Ordunun cuntacılarıyla, yargının “hukuksuzlarını” sahiplenen medya da kendine “merkez” medya adını takıyor.
Ama bu sistem, “yarım ordunun, yarım yargının, yarım medyanın” taşıyamayacağı kadar ağır suçlarla yüklü, onun için de “üç ayak” bel veriyor, esniyor ve kırılmaya doğru gidiyor.
Ordunun içindeki cuntaların planları ortaya çıkıyor, “askerî muhtıralara” karşı çıkmayan barolar “hoş geldin darbeci” pankartlarıyla karşılanıyor, Kafes planını görmezden gelen medyaya “senin asıl görevin ne” diye soruluyor.
Şimdi sıra, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, solcuların, bu baskıcı sistemin kendileri hakkında söylediklerini gözden geçirmesinde, “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sormasında.
Ezilenler bu soruyu sorduğunda bu sistem bitecek, bu ülkenin çocukları eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacak.
Üç Ayak
Aslında oyun çok basitti.
Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.
Ordu, yargı, medya.
Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.
Ordu, disiplinli, güvenilir ve şanlıydı.
Yargı, bağımsız, tarafsız ve saygıdeğerdi.
Medya, dürüst ve gerçekçiydi.
Halkı da parçalara ayırıp biçimlendirmişlerdi.
Kürtler teröristti, dindarlar yobazdı, solcular haindi, Aleviler ahlaksızdı.
Sistemin hedefi olmak istemeyen bu gruptakilerin neler yapacağı, nasıl davranacağı da belirlenmişti.
Kürt olabilirdin ama “aslında Türk” olduğunu söyleyecektin, dindar olabilirdin ama dinin gereklerini yerine getirmeyecektin, solcu olabilirdin ama hayatı “yüce Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına” göre değerlendirecektin, Alevi olabilirdin ama Alevi olduğunu söylemeyecektin.
İtiraf etmek gerekir ki bu oyun tuttu.
Ezilenler, sistemin birbirleri hakkında söylediklerine inandılar çünkü.
Kendine “yobaz” denen dindar buna kızdı, bunu haksız buldu ama Kürtlerin “terörist” olduğuna inandı.
“Bana yobaz derken haksızlık eden biri, Kürt’e terörist derken de haksızlık yapmış olamaz mı” diye sormadı.
İşkencelerden geçen, köyleri yakılan, insanları sokaklarda öldürülen Kürtler, kendilerine “terörist” denmesindeki haksızlığı görüyorlardı ama dinarların “yobazlığı” konusunda bir kuşkuya düşmediler.
İnsafsız bir propagandayla “ahlakları” sorgulanan Aleviler, “insan sevgisini ibadetinin merkezine koyan birine ahlaksız diyenin, diğerleri hakkında söylediklerine inanmam doğru mu” diye sormadı.
Her askerî darbede belleri kırılan, en büyük acıyı çeken solcular, “Kürtlerin emperyalizmin ajanı teröristler olduğuna, dindarların irticacı yobazlar” olduğuna inanmakta neredeyse hiç duraklamadı.
Bu tabloyu olaylarla kanıtlamak için aşağılık oyunlardan da geri kalmadılar, Kürtler vahşi baskılarla dağlara sürüldü ve böylece boyunlarına “terörist” yaftası daha rahat asıldı.
Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da kitle eylemleriyle Alevilere saldırıldı, bütün Sünnilerin “yobazlığı” hak etmesi sağlandı.
Aleviliğin ne olduğunun anlatılmasına izin verilmedi ama onlar hakkındaki rezil propagandalar hep sürdürüldü.
Sistemin bu “yalancı dürbününün” merceği medyaydı.
Sistemin istediği görüntüler oradan yayılıyordu topluma.
Orduyla yargı hiç sorgulanmıyor ama halkın bütün kesimleri sürekli yaftalanıyordu.
Yalana ve çarpıtmaya dayalı bu sistem sonunda inanılmaz yolsuzluklar ve suçlar üretmeye başladı “sorgulanmayan kurumların” içinde.
Dünya da değişmeye başlamıştı.
Devletin her istediği suçu işleyebildiği, halkın sürekli baskı altında kaldığı ülkenin “bir çöplük” haline gelmesi, bütünleşmekte olan dünyayı da rahatsız etti.
Ülkenin içi de huzursuzlanıyordu, sermaye el değiştiriyordu.
Gerilim gittikçe artıyordu.
Sonunda sistemin “üç ayağı” göbeğinden yarıldı.
Ordunun içinden “darbeciliğe engel olmak” isteyen askerler çıktı, yargıda “hukuksuzluktan rahatsız olan” hukukçular hareketlendi, medyada bu sistemin dışında kalan gazeteler ve televizyonlar belirdi.
Türkiye gerçekleri görmeye başladı ve ikiye ayrıldı.
Ordunun içinde cunta kuran subaylarla, cuntalara karşı çıkan subaylar var ve “sistemden” yana olanlar “cuntacıları” gerçek ordu kabul edip, buna karşı çıkanlara “muhbir” diyor.
Yüksek yargıçlar, Ergenekon savcılarını durdurmaya çalıştığında, sistemden yana olanlar “yüksek yargıçları” yargının temsilcisi kabul ediyor.
Ordunun cuntacılarıyla, yargının “hukuksuzlarını” sahiplenen medya da kendine “merkez” medya adını takıyor.
Ama bu sistem, “yarım ordunun, yarım yargının, yarım medyanın” taşıyamayacağı kadar ağır suçlarla yüklü, onun için de “üç ayak” bel veriyor, esniyor ve kırılmaya doğru gidiyor.
Ordunun içindeki cuntaların planları ortaya çıkıyor, “askerî muhtıralara” karşı çıkmayan barolar “hoş geldin darbeci” pankartlarıyla karşılanıyor, Kafes planını görmezden gelen medyaya “senin asıl görevin ne” diye soruluyor.
Şimdi sıra, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, solcuların, bu baskıcı sistemin kendileri hakkında söylediklerini gözden geçirmesinde, “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sormasında.
Ezilenler bu soruyu sorduğunda bu sistem bitecek, bu ülkenin çocukları eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacak.
Tuesday, November 24, 2009
yasemin çongar ve Blue Velvet
Kurumların saygınlığı
Yasemin Çongar - 24.11.2009
Berrak mavi bir kubbenin altında ışıldayan nezih ve nazif bir mahalle... Sıkı dokunmuş bir halı gibi uzanan yemyeşil çimenlikte kırmızı güller, sarı laleler... Sokaktan geçerken çevredekilere el sallayan güleç itfaiyeciler, rehberleri eşliğinde gayet güvenli şekilde karşıdan karşıya geçen neşeli okul çocukları... Huzur içinde bahçesini sulayan bir adam...
İlk bakışta “mutluluğun resmi” gibi görünen bu sahneyle başlar David Lynch’in filmi.
Ama ilk bakışlar yanıltıcı olabilir; güzel bir örtünün altındakiler her zaman güzel değildir; cilalı bir yüzeyin kapladığı doku çatlaklarla doludur bazen.
Lynch de yüzeyle yetinmez; açılış sekansını tamamlarken, kamerasını çimlere odaklar:
Güzelim yeşilliğin altında, birbirini yiyen böcekler kaynaşmaktadır; sesleri ürkütücü, görüntüleri iğrençtir. Bahçesini sulayan adamsa ani bir krizle yere yıkılmış, çimlerin üzerinde can çekişmektedir.
1986 yapımı Mavi Kadife (Blue Velvet) filminin, “görüntü” ile “gerçek” arasındaki farkı anlatan bu ilk iki dakikası, Türkiye’nin gündemine pek uygun düşüyor bence.
Devletin derinlerini eşeledikçe ortaya çıkan pislik... Kimi kurumların pek muteber façadelarının arkasındaki fesat... “Düzenin dayanağı” sanılan güçlerin düzene darbe indirme çabasının her gün biraz daha deşifre olması... Bütün bunlar, Lynch’in böceklerini hatırlatıyor bana.
Türkiye’nin Taraf sayesinde haberdar olduğu Kafes Operasyonu Eylem Planı konusunda, medyanın bir kısmının uyguladığı karartma mesela, kamerayı yüzeyde tutma ısrarından başka nedir ki?
Bu yüzeyin altını oyan böcekleri görmezden gelmeleri, görüntüyü nereye kadar kurtarabilir sizce?
Huzurunuza ve hayatınıza kast edenleri yok sayarak, huzur içinde hayatınıza devam edebilir misiniz?
Ya da Kafes Planı’nı haberleştiren Taraf’ı, “kampanya” yürütmekle suçlayan Başbakan Erdoğan’ın, “Bırakın yargı bunu zaten araştırıyor, götürüyor... Bu kampanyalar kurumlarımızı zedeliyor, yıpratıyor” sözlerindeki mantığa uygun biçimde sorayım:
Gizliliğin gölgesindeki bir saygınlık sahte bir saygınlık değil midir aslında?
Kurumları zedeleyen, yıpratan şey, o kurumlarda suç ve şer planları hazırlanması mıdır yoksa bu planların ortaya çıkması mı?
Ve, çocuklarımızın canını tehdit eden bir planı bilmek, demokratik hakkımız olmaktan da öte, hayati bir hakkımız değil mi bizim?
Ben, vicdanını dinlediği zamanlarda Başbakan’ın da bu sorulara “evet” cevabı verdiğine inanıyorum doğrusu.
Ne yazık ki, Başbakan’ın vicdanını dinlemeyip dinlendirdiği, “siyaset” yapmayı, komutanın uyarılarına uygun bir üslupla konuşmak sandığı zamanlar da var...
İşte böyle zamanlarda, çıkıp “Kurumlarımızı tahrip etmeyin. Olay yargıya intikal etmişse bu işi kurcalamanın ne anlamı var” diyebiliyor Başbakan.
Varsın desin...
Toplum herkes gibi onun da ne dediğini duyuyor nasıl olsa, notunu veriyor.
Ve bu toplum, ne ironiktir ki yine Başbakan’ın dediği gibi, “kafese girmeyi” kabullenebilecek bir toplum değil artık.
2009 Türkiyesi, Sovyetik bir gizlilik kültürüyle yönetilebilecek bir memleket değil.
Saygınlıklarını korumak için, emir-komutayla susup, emir-komutayla konuşan bir medyaya muhtaç olan kurumların işi giderek zorlaşıyor.
Şeffaflaşma talebi, gizlilik kültürünü her geçen gün biraz daha geriletiyor çünkü.
Sırların “sır” kalmasına bağlı sahte bir saygınlığın yerini, gücünü şeffaflıktan alan gerçek bir saygınlığa bırakacağı bir geleceğe doğru ilerliyor devlet.
Kamera, derinlere odaklandığında da sürdürülebilecek bir saygınlık olacak bu...
Yasemin Çongar - 24.11.2009
Berrak mavi bir kubbenin altında ışıldayan nezih ve nazif bir mahalle... Sıkı dokunmuş bir halı gibi uzanan yemyeşil çimenlikte kırmızı güller, sarı laleler... Sokaktan geçerken çevredekilere el sallayan güleç itfaiyeciler, rehberleri eşliğinde gayet güvenli şekilde karşıdan karşıya geçen neşeli okul çocukları... Huzur içinde bahçesini sulayan bir adam...
İlk bakışta “mutluluğun resmi” gibi görünen bu sahneyle başlar David Lynch’in filmi.
Ama ilk bakışlar yanıltıcı olabilir; güzel bir örtünün altındakiler her zaman güzel değildir; cilalı bir yüzeyin kapladığı doku çatlaklarla doludur bazen.
Lynch de yüzeyle yetinmez; açılış sekansını tamamlarken, kamerasını çimlere odaklar:
Güzelim yeşilliğin altında, birbirini yiyen böcekler kaynaşmaktadır; sesleri ürkütücü, görüntüleri iğrençtir. Bahçesini sulayan adamsa ani bir krizle yere yıkılmış, çimlerin üzerinde can çekişmektedir.
1986 yapımı Mavi Kadife (Blue Velvet) filminin, “görüntü” ile “gerçek” arasındaki farkı anlatan bu ilk iki dakikası, Türkiye’nin gündemine pek uygun düşüyor bence.
Devletin derinlerini eşeledikçe ortaya çıkan pislik... Kimi kurumların pek muteber façadelarının arkasındaki fesat... “Düzenin dayanağı” sanılan güçlerin düzene darbe indirme çabasının her gün biraz daha deşifre olması... Bütün bunlar, Lynch’in böceklerini hatırlatıyor bana.
Türkiye’nin Taraf sayesinde haberdar olduğu Kafes Operasyonu Eylem Planı konusunda, medyanın bir kısmının uyguladığı karartma mesela, kamerayı yüzeyde tutma ısrarından başka nedir ki?
Bu yüzeyin altını oyan böcekleri görmezden gelmeleri, görüntüyü nereye kadar kurtarabilir sizce?
Huzurunuza ve hayatınıza kast edenleri yok sayarak, huzur içinde hayatınıza devam edebilir misiniz?
Ya da Kafes Planı’nı haberleştiren Taraf’ı, “kampanya” yürütmekle suçlayan Başbakan Erdoğan’ın, “Bırakın yargı bunu zaten araştırıyor, götürüyor... Bu kampanyalar kurumlarımızı zedeliyor, yıpratıyor” sözlerindeki mantığa uygun biçimde sorayım:
Gizliliğin gölgesindeki bir saygınlık sahte bir saygınlık değil midir aslında?
Kurumları zedeleyen, yıpratan şey, o kurumlarda suç ve şer planları hazırlanması mıdır yoksa bu planların ortaya çıkması mı?
Ve, çocuklarımızın canını tehdit eden bir planı bilmek, demokratik hakkımız olmaktan da öte, hayati bir hakkımız değil mi bizim?
Ben, vicdanını dinlediği zamanlarda Başbakan’ın da bu sorulara “evet” cevabı verdiğine inanıyorum doğrusu.
Ne yazık ki, Başbakan’ın vicdanını dinlemeyip dinlendirdiği, “siyaset” yapmayı, komutanın uyarılarına uygun bir üslupla konuşmak sandığı zamanlar da var...
İşte böyle zamanlarda, çıkıp “Kurumlarımızı tahrip etmeyin. Olay yargıya intikal etmişse bu işi kurcalamanın ne anlamı var” diyebiliyor Başbakan.
Varsın desin...
Toplum herkes gibi onun da ne dediğini duyuyor nasıl olsa, notunu veriyor.
Ve bu toplum, ne ironiktir ki yine Başbakan’ın dediği gibi, “kafese girmeyi” kabullenebilecek bir toplum değil artık.
2009 Türkiyesi, Sovyetik bir gizlilik kültürüyle yönetilebilecek bir memleket değil.
Saygınlıklarını korumak için, emir-komutayla susup, emir-komutayla konuşan bir medyaya muhtaç olan kurumların işi giderek zorlaşıyor.
Şeffaflaşma talebi, gizlilik kültürünü her geçen gün biraz daha geriletiyor çünkü.
Sırların “sır” kalmasına bağlı sahte bir saygınlığın yerini, gücünü şeffaflıktan alan gerçek bir saygınlığa bırakacağı bir geleceğe doğru ilerliyor devlet.
Kamera, derinlere odaklandığında da sürdürülebilecek bir saygınlık olacak bu...
Labels:
blue velvet,
david lynch,
ergenekon,
yasemin çongar
Monday, November 23, 2009
Mete Tunçay ve Dersim
http://www.haber7.com/haber/20091123/Mete-Tuncay-Dersimde-isyan-yoktu.php
Prof. Dr. Mete Tunçay'a göre, “Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa’ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler.
Fadime Özkan'ın röportajı
Prof. Mete Tunçay, Türkiye’de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi. İki ciltlik “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk’e, Dersim’e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay’ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.
Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?
Teslim etmek gerekir ki; Türkiye’de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk’e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk’ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.
İNÖNÜ’YE MUHALEFETLE BAŞLADI
• ‘Abartmalar’ nasıl bir yere doğru gitti?
Yıllarca önce Bulgaristan’da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov’un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya’nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir’ yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.
• Ne anlamda?
Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa’ya ‘sen küçüksün’ dememek için ‘Atatürk büyük’ deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk’ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü’ye muhalefette yükseliyor.
• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?
Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.
• Atatürk’ün takıntıları neydi?
Mesela Atatürk’ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.
MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU
• Neydi en ilginç yanı?
Mesela Samsun’a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza’da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk’ü Arap’ı Çerkez’i Kürd’ü hep beraberiz” diyor.
POLİTİKAYA İNANMIYORDU
• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?
Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli
manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.
BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?
• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?
Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da, Çanakkale’de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova’ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir’in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey’e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele’de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk’ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.
• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?
Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurtmadan önce Okyar’ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit’e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal’in böyle düşündüğüne şüphe yok.
• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?
Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.
Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı
• 1936 doğumlusunuz...
Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk’ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.
• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?
Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10’larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...
• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede
DP’ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP’nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60’tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.
İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye’yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da ‘milletin erkekliğini öldürdü’ diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.
Dersim’de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi
• CHP’nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.
Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal’i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim’e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP’den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.
• Nasıl özel bir durum?
Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait’inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim’den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP’yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.
• CHP Tunceli’den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz’da bu olmadı. Aleviler de “CHP’nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.
Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.
Demokrat Parti muhalif değildi
• Demokrat Parti döneminde Atatürk’e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?
DP’de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk’e borçlu. 27 Mayıs’ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe ‘İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım’ gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.
Bu topraklar bir ‘federasyon’a gebe
• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?
Osmanlılık değil ama ben bir ‘federatif ülke’ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma’da. Bir arada yaşama geleneği var.
Prof. Dr. Mete Tunçay'a göre, “Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa’ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler.
Fadime Özkan'ın röportajı
Prof. Mete Tunçay, Türkiye’de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi. İki ciltlik “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk’e, Dersim’e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay’ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.
Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?
Teslim etmek gerekir ki; Türkiye’de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk’e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk’ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.
İNÖNÜ’YE MUHALEFETLE BAŞLADI
• ‘Abartmalar’ nasıl bir yere doğru gitti?
Yıllarca önce Bulgaristan’da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov’un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya’nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir’ yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.
• Ne anlamda?
Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa’ya ‘sen küçüksün’ dememek için ‘Atatürk büyük’ deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk’ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü’ye muhalefette yükseliyor.
• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?
Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.
• Atatürk’ün takıntıları neydi?
Mesela Atatürk’ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.
MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU
• Neydi en ilginç yanı?
Mesela Samsun’a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza’da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk’ü Arap’ı Çerkez’i Kürd’ü hep beraberiz” diyor.
POLİTİKAYA İNANMIYORDU
• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?
Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli
manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.
BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?
• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?
Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da, Çanakkale’de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova’ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir’in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey’e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele’de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk’ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.
• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?
Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurtmadan önce Okyar’ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit’e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal’in böyle düşündüğüne şüphe yok.
• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?
Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.
Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı
• 1936 doğumlusunuz...
Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk’ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.
• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?
Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10’larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...
• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede
DP’ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP’nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60’tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.
İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye’yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da ‘milletin erkekliğini öldürdü’ diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.
Dersim’de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi
• CHP’nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.
Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal’i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim’e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP’den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.
• Nasıl özel bir durum?
Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait’inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim’den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP’yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.
• CHP Tunceli’den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz’da bu olmadı. Aleviler de “CHP’nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.
Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.
Demokrat Parti muhalif değildi
• Demokrat Parti döneminde Atatürk’e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?
DP’de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk’e borçlu. 27 Mayıs’ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe ‘İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım’ gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.
Bu topraklar bir ‘federasyon’a gebe
• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?
Osmanlılık değil ama ben bir ‘federatif ülke’ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma’da. Bir arada yaşama geleneği var.
Labels:
atatürk,
dersim,
mete tunçay
Sunday, November 22, 2009
Türk Hava Kuvvetleri’nin staj alanı: Kürt isyanları
Ayşe Hür döktürmüş :)
“Onur Öymen’in Dersim gafına tepkiler sürüyor. Ben de Kürt Meselesi’nin tarihini yazmaya devam ediyorum. 24/25 Eylül 2009 gecesi ATV’de yayınlanan Siyaset Meydanı programında, Türk Hava Kuvvetleri’nin 1930’daki Ağrı Kürt İsyanı’nın bastırılmasında önemli rolü olduğunu söylediğimde, salondaki üniversite öğrencilerinden biri, o günlerde Türk Hava Kuvvetleri’nin uçak sayısının çok az olduğunu, mevcut uçakların ‘pırpır’ tabir edilebilecek nitelikte uçaklar olduğunu, hele bombardıman yapma kabiliyetlerinin olmadığını söyleyerek, beni yalanmaya çalışmıştı. Aslında söylemek istediğim, Türk Hava Kuvvetleri’nin (ve genel olarak TSK’nin) stajını ne yazık ki kendi halkına karşı harekâtlarda yaptığıydı. Bunca tecrübeye rağmen nasıl olup da 1974 Kıbrıs Harekâtı’nda düşman gemisi sanıp Kocatepe Muhribi’ni batırdıklarına değinmemiştim bile. Ancak o gece, esas konudan uzaklaşmamak için, o tarihte Türk Hava Kuvvetleri’nin yaklaşık 300 uçağa sahip olduğunu, Ağrı’daki harekâtlara yaklaşık 60 uçağın katıldığını söylemekle yetinmiştim. Tartışmayı sürdürmeyişim, Ekşisözlük gibi sitelerde eleştiri konusu olmuştu. Bu hafta, o gece söyleyemediklerimi anlatmak istiyorum.”
***
Osmanlı Dönemi’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan uçak sayısının 100 civarında olduğu sanılıyor. Bunların ne kadarının kullanılabilir olduğu bilinmiyor ama 1925 yılında, Mardin, Erzurum ve Diyarbakır havaalanlarında yaklaşık 50 kadar askerî uçak bulunuyordu. 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said isyanı bastırmak için, THK’nın uçakları da seferber edilmişti. Bu müdahalede kaç uçak kullanıldığına dair Türk arşiv belgelerine ulaşmak, malum nedenlerle henüz mümkün değil, ancak Robert W. Olson’un incelediği 27 Nisan 1925 tarihli bir İngiliz istihbarat belgesine göre, Mardin’de bulunan yedi veya sekiz uçaklık filodan sadece iki uçak çalışır durumdaydı. Fransızların 1921’de geri çekilirken bıraktıkları dört uçakla birlikte Mardin’de müdahaleye hazır sadece dört uçak vardı. Yakıtları trenle İstanbul’dan getirilen bu uçaklar günde iki kez uçuyor ve isyan bölgesini bombalıyorlar; olası bir sabotajdan korunmak için de Mardin’e gece dönüyorlardı. Aynı rapora göre, pilotlardan üçü daha önce Almanlarca eğitilmiş Osmanlı ordusundan gelen asker, diğer üçü ise sivil pilotlardı.
Britanya ile işbirliği
Türk Hava Kuvvetleri’nin isyanı bastırmakta yetersiz olduğunun açıkça görülmesi üzerine Ankara Hükümeti bu konuda adım atması gerektiğini anlamıştı. Bu iş için seçilen ortak çok ilginçti. 5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan bir antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harene ile İtalyan Ataşesi Deniz Yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Hava Kuvvetleri’ni yetkinleştirmek için bir dizi rapor hazırlamışlardı. (Resmi tarihe göre Şeyh Said İsyanı’nın arkasında Britanya’nın olduğu söylendiği halde, Türkiye’nin isyan sürerken, Türk Hava Kuvvetleri’ni geliştirmek için Britanya ile askerî işbirliği yapmasının ne anlama geldiğinin yorumunu okurlara bırakıyorum.)
Söz konusu rapora göre 1926 sonu itibariyle Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 153 savaş uçağı vardı. Bunlardan 77’si (20 Bréguet, 10 Junkers, 30 Caudron, 17 Savois markalı) 1925 yılında satın alınmıştı. Ayrıca Osmanlı’dan kalma faal 10 savaş uçağı vardı. Geri kalan uçaklar kullanıma uygun değildi.
Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları ilk olarak 1927 yılı sonbaharında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in güçlerine karşı kullanıldı. Bir Fransız istihbarat raporuna göre, Palu ve Malatya’dan kalkan uçaklarla, Diyarbakır’a götürülmek üzere 25 Ekim 1927’de trenlerle Mardin’e getirilen beş uçak isyancıları bombalamıştı. Rapora göre, bölgede 24 uçak müdahaleye hazır bekliyordu.
Çelik kartallar Ağrı’da
Türk Hava Kuvvetleri uçakları esas olarak 1927-1930 arasında birkaç fasılada gerçekleşen Ağrı Kürt İsyanı sırasında kullanıldı. Bu dönemde kullanılan uçak sayısı konusunda resmi bilgi yok. Ancak 27 Ocak 1928 tarihli bir Fransız istihbarat raporuna göre, o sırada Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 200 kadar uçak vardı. (Örneğin 1928’te 45 adet Bréguet 19.7.A2 alınmıştı.) Robert Olson’a göre sayı 1930 sonlarında 300’e ulaşmış, bunlardan 60 kadarı Ağrı’da kullanılmıştı. Araştırmacı Emin Karaca’ya göre ise Ağrı’da kullanılan uçak sayısı 80 civarındaydı.
Ağrı’daki Kürt kuvvetlerinin kumandanı İhsan Nuri Bey’in hatıralarında bu uçakların nasıl moral bozduğunu okuyabiliriz. İhsan Nuri’ye göre 1927 yılı sonbaharında İran sınırından iki kilometre içerde olan Kürdova köyüne yapılan bombardımanı diğerleri izlemiş, 1930 sonbaharına kadar onlarca köy ve mezra imha edilmiş, binlerce Kürt öldürülmüştü.
Düşürülen uçaklar
Bu uçakların Türk tarafına verdiği güven ve gururu ise Temmuz-Ekim 1930 arasındaki Oramar Harekâtı sırasında gazetelerde çıkan haberlerde okuyoruz. Örneğin 13 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki habere göre “10-15 tayyareden mürekkep muhtelif filolar, ağır bombardıman bombaları ile hücum etmişler, büyük telefat veren şakileri şaşkın ve yılgın bir hale getirmişlerdir.” Muhabir Yusuf Mazhar Bey, 16 Temmuz’daki haberinde şöyle devam eder: “Ben böyle zabitlere malik olduğum için bahtiyarım. Arkadaşlarım asiler üzerine öyle kahramanca ve müthiş akınlar yaptılar ki bu ateşli harekâtı tasvir edebilmek bile pek güçtü. Şakilerin üzerine dört beş metreye kadar inerek onları mitralyöz ateşleri içinde mahvettiler.” Yazara göre, ‘çelik kartallarımız’ın yaptığı ‘bilafasıla’ (aralıksız) bombardıman sonucu (uçaklar yangın bombaları da atıyordu) Kürt isyancılar tamamen ezilmişti. Zilan Deresi, ağzına kadar ceset dolmuştu. Zilan’da imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardı. Harekât sırasında sekiz uçak düşürülmüş ve isyancıların eline sağ geçen iki pilotun gözleri oyulmuş, burunları kesilmiş, sonra da öldürülmüşlerdi. Kürt kaynaklarına göreyse düşürülen uçak sayısı 12’ydi ve pilotların öldürülmesinden onlar da söz ediyordu.
Ebabil Kuşları
Cumhuriyet’in 23 temmuz tarihli sayısında uçaklar, ‘Ebabil Kuşları gibi’ Kürtlere saldırıyordu. (Ebabil Kuşları, 570 veya 571 yılında Mekke’ye saldıran Yemen Valisi Ebrehe’nin ordusunu yok eden efsanevi kuşlardı.) Aynı günlerde gazetelerde bölgede 60 uçağın kalkış ve inişine elverişli bir havaalanı inşa edildiği haberleri çıktı. Bu haberle birlikte Türkiye ile İran savaşın eşiğine gelmişlerdi. Sonuçta, İran’ın desteği sağlandı, karacısıyla, havacısıyla Türk ordusu, Kürt isyancıları yendi.
Dersim’de birAtatürk kızı: Sabiha Gökçen
1937-1938’deki iki aşamalı Dersim Harekâtı’na Diyarbakır’dan havalanan, 16 ila18 adet Bréuget markalı uçak katılmıştı. (1934’te hizmete girenlerle sayıları 70’e ulaşan Bréguetler 1938’den itibaren Vulteeler ile değiştirileceklerdi.)Harekâta katılanlardan biri, ‘Türkiye’nin ilk kadın pilotu’, ‘ilk askerî kadın pilotu’, ‘savaşa katılan ilk kadın pilotu’ unvanlı Sabiha Gökçen’di. Bu konuda kapsamlı bir makale yazan Ayşe Gül Altınay’ın (ki Gökçen’le ilgili bilgileri, kaynakçada künyesini verdiğim bu makaleden derledim) Sabiha Gökçen’in hatıratından aktardığına göre, 1913’te Bursa’da doğan, anne babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi ile yaşayan küçük Sabiha’nın hayatı, 1925’te Mustafa Kemal’in Bursa’yı ziyareti sırasında kökünden değişmişti. Koruma duvarını bir şekilde aşarak, okuma isteğini kendisine ileten Sabiha’nın azminden çok etkilenen Mustafa Kemal, ağabeyinden izin alarak Sabiha’yı evlat edinmişti. Bir süre Arnavutköy Kız Koleji’nde, bir süre Üsküdar Kız Lisesi’nde okuyan Sabiha, sağlığı elvermediği için eğitimine ara vermiş, Heybeliada’da ve Viyana’da bir süre tedavi gördükten sonra Paris’e gitmiş; ancak hem memleket, hem de Paşa’nın hasretine dayanamayarak, tedavisi biter bitmez Türkiye’ye dönmüştü.
Soyadını Atatürk veriyor
1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, Mustafa Kemal kendisine Gökçen soyadını vermişti. Belki de bu soyadının etkisiyle, o güne kadar havacılıkla hiç ilgilenmezken, Mayıs 1935’te yeni kurulan Türk Kuşu’nun açılış töreninde Rus öğretmenlerin planörleriyle yaptıkları gösterilerden çok etkilenmiş ve kendisinin de denemek istediğini söylemişti. Atatürk’ün bu isteğe yanıtı şöyle olmuştu: “Cesaretini beğendim (...) Gökçen soyadına havacılık çok yakışır doğrusu.”
Paraşütle başlayıp uçaklarla havacılığa devam edecek olan Sabiha Gökçen için artık ‘istikbal göklerde’ idi. Birkaç ay içinde Türk Kuşu’ndaki eğitimini tamamlayan Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Rusya’ya planör öğretmenliği eğitimi almaya gönderildi. Odessa’da planör öğretmenliği diploması alan Gökçen, Ankara’ya dönüşünde Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’ndan getirilen motorlu bir uçakla eğitimine devam etti. Motorlu uçakla ilk kez tek başına uçuşundan sonra Atatürk kendisiyle ilgili planlarını şöyle açıkladı: “Teşekkür ederim Gökçen (...) Beni çok mutlu ettin. Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim (...) Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın. Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır tahmin ediyorsun değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’na göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.”
Dersim gönüllüsü
Bu eğitim gerçekten özel bir eğitimdi, çünkü okuldaki tek kadın Sabiha Gökçen’di. Ona eşlik eden ilkokul öğretmeni Nüveyre (Uyguç) Hanım’la birlikte Eskişehir’de iki yıl eğitim gören Sabiha Gökçen, hatıratına bakılırsa, Atatürk’ü bizzat ikna ederek, kendi isteğiyle Dersim Harekâtı’na katıldı.
1937 yılı ilkbaharında bir ay boyunca “bir gün rasıt (gözleyici) bir gün pilot olarak” çok sayıda uçuş yapan Gökçen, anılarında Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde durmaz. O, bu harekâta ülkesinin kendisine “verdiği görevi yerine getirmek” üzere katılmıştır.
Dersim Harekâtı sonrası Sabiha Gökçen bir ulusal kahramandır. Onu ilk kutlayanlar Başbakan İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Atatürk’tür. Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor... Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir... Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz... Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir... Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” demişti.
Anlamlı suskunluk
Sabiha Gökçen’e 28 Mayıs 1937 tarihinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üç yüzden fazla davetlinin katıldığı bir törenle Türk Hava Kurumu’nun Murassa (=değerli taşlarla bezenmiş) Madalyası verilecektir. Ancak ortada garip bir durum vardır. Sabiha Gökçen’in neden ulusal bir kahraman olduğu konusunda çarpıcı bir suskunluk vardır. Çünkü Dersim harekâtı kamuoyundan gizli tutulmuştur. Nitekim Havacılık ve Spor dergisine göre Sabiha Gökçen bu madalyayı “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında büyük muvaffakıyetler [gösterdiği] ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” ettiği için almıştır. Gökçen’i ateşli bir şekilde tebrik eden gazete yazarları ve hatta madalyayı sunan Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca’nın açıklaması da şöyledir: “Türk Hava Kurumunun madalya nizamnamesi (hayatını istihkâr edecek derecede fedakârlık gösteren uçmanlara) madalya verilmesini kaydeder. Bunun için hava ordusu kıtalarından parlak notlar alan ve Genelkurmay Başkanı Sayın Mareşalin takdirlerini kazanan yiğit Gökçeni, Türk Hava kurumu murassa madalya ile taltife karar vermiştir.” Gökçen’in yaptığı teşekkür konuşmasında da Dersim’in adı geçmez, ancak Mareşal Çakmak’a özel bir teşekkür vardır.
Kemalist klişe: Feodaliteyi tasfiye
Dersim Harekâtı ve Gökçen’in buradaki başarıları üzerine suskunluk İsmet İnönü’nün TBMM’nde bu konuda yaptığı konuşmanın ardından bozulur. 15 Haziran 1937 gününden başlayarak gazeteler Dersim üzerine haberler yayımlamaya başlar. Aynı günTan gazetesinde çıkan bir yazı gazetelerde o güne kadar uygulanan (oto)sansürü açıklamaya çalışır: “Birkaç gün evvel ilk kadın tayyarecimiz Sabiha Gökçene murassa bir madalya verildiği yazıldığı zaman uçuş tatbikatındaki hizmetlerinden bahsedilmişti. Bu hizmetlerin mahiyeti sarahatle (açıklıkla) ortaya konulmamıştı. Buna da sebep şu idi: Feodalizmin son döküntülerinin tasfiyesi için alınan esaslı tedbirlerin tarihi bir ehemmiyeti vardır. Bunların millete ve dünyaya etraflı bir suretle bildirilmesi, İsmet İnönü’nün büyük nutkuna bırakılmıştı.”
Sabiha Gökçen anılarında Tunceli değil de Dersim adını kullanır ancak bu anlatıda ne bombalar vardır, ne ölen, yaralanan, göçe zorlanan insanlar, ne de Dersim Harekâtı’nın içeriğine dair herhangi bir bilgi. Gökçen’in Dersim’deki rolüyle ilgili olarak, ancak 1972 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanan Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitapta birkaç satır okumak mümkün olur: “Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak lüzumu üzerine Tayyare Alay Komutanı komutasında 15 uçaklı bir filo, Kırklar dağı-Darboğaz dere yolu-Zel Dağı-Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki Keçizeken (Yukarı Bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen hanımın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu” (s. 377)
‘Üç maymunlar’
Bu açıklamaya rağmen, Sabiha Gökçen, 28 Haziran 1987’de Nokta dergisinden Hıdır Göktaş’a verdiği röportajda harekât sırasında halktan ölenler olup olmadığı sorusunu da şöyle yanıt verecektir: “Yoktu. Keşif yapılıyordu, ordunun da istihbaratı vardı. Biliniyordu bu kötü kişilerin nerede olduğu. Çoluk çocuk olan yerleri doğrudan tahrip etmek insanlık dışı olurdu. Böyle bir şey olmamıştır.”
O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur yıllar sonra verdiği bir mülakatında okuyucularından özür dileyerek yaşantısının bu bölümünü anlatmaktan kaçınacağını söyler. Bunun nedeni sorulduğunda, Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde de yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu söyleyerek sözlerini noktalar.
Sabiha Gökçen’in suskunlukla geçiştirdiği, Muhsin Batur’un anlatmaya dilinin varmadığı şeyleri artık konuşuyoruz. Bu konuşmanın, bir çeşit ‘katharsis’ (geçici, yüzeysel rahatlama) seansına dönüşmemesini, aksine kapsamlı bir tarih eleştirisinin ve kapsamlı bir telafi yaklaşımının ilk adımı olmasını dileyelim.
Kaynakça: Robert Olson, “The Kurdish Rebellions of Sheikh Said (1925), Mt. Ararat (1930), and Dersim (1937-38): Their Impact on the Development of the Turkish Air Force”, Welt Das Islams, Vol. 40, Number 1, March 200, s. 67-94; İhsan Nuri Paşa,Ağrı Dağı İsyanı, Med Yayınları, 1992; Emin Karaca, Ağrı Eteklerindeki Ateş, Alan Yayıncılık, 1991; Faik Bulut, Dar Üçgende Üç İsyan, Belge Yayınları, 1992; Ayşe Gül Altınay, “Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen”,Vatan Millet Kadınlar (Derleyen Ayşe Gül Altınay), İletişim Yayınları, 2000, s. 246-279; Halit Kıvanç, Bulutlarla Yarışan Kadın: Halit Kıvanç, Sabiha Gökçen’le Söyleşiyor, YKY-THY ortak yayını, 1998; Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, (Anıları kaleme alan Oktay Verel) Türk Hava Kurumu Yayınları II, Evrim Matbaası, İstanbul 1982.
http://taraf.com.tr/yazar.asp?id=12
“Onur Öymen’in Dersim gafına tepkiler sürüyor. Ben de Kürt Meselesi’nin tarihini yazmaya devam ediyorum. 24/25 Eylül 2009 gecesi ATV’de yayınlanan Siyaset Meydanı programında, Türk Hava Kuvvetleri’nin 1930’daki Ağrı Kürt İsyanı’nın bastırılmasında önemli rolü olduğunu söylediğimde, salondaki üniversite öğrencilerinden biri, o günlerde Türk Hava Kuvvetleri’nin uçak sayısının çok az olduğunu, mevcut uçakların ‘pırpır’ tabir edilebilecek nitelikte uçaklar olduğunu, hele bombardıman yapma kabiliyetlerinin olmadığını söyleyerek, beni yalanmaya çalışmıştı. Aslında söylemek istediğim, Türk Hava Kuvvetleri’nin (ve genel olarak TSK’nin) stajını ne yazık ki kendi halkına karşı harekâtlarda yaptığıydı. Bunca tecrübeye rağmen nasıl olup da 1974 Kıbrıs Harekâtı’nda düşman gemisi sanıp Kocatepe Muhribi’ni batırdıklarına değinmemiştim bile. Ancak o gece, esas konudan uzaklaşmamak için, o tarihte Türk Hava Kuvvetleri’nin yaklaşık 300 uçağa sahip olduğunu, Ağrı’daki harekâtlara yaklaşık 60 uçağın katıldığını söylemekle yetinmiştim. Tartışmayı sürdürmeyişim, Ekşisözlük gibi sitelerde eleştiri konusu olmuştu. Bu hafta, o gece söyleyemediklerimi anlatmak istiyorum.”
***
Osmanlı Dönemi’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan uçak sayısının 100 civarında olduğu sanılıyor. Bunların ne kadarının kullanılabilir olduğu bilinmiyor ama 1925 yılında, Mardin, Erzurum ve Diyarbakır havaalanlarında yaklaşık 50 kadar askerî uçak bulunuyordu. 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said isyanı bastırmak için, THK’nın uçakları da seferber edilmişti. Bu müdahalede kaç uçak kullanıldığına dair Türk arşiv belgelerine ulaşmak, malum nedenlerle henüz mümkün değil, ancak Robert W. Olson’un incelediği 27 Nisan 1925 tarihli bir İngiliz istihbarat belgesine göre, Mardin’de bulunan yedi veya sekiz uçaklık filodan sadece iki uçak çalışır durumdaydı. Fransızların 1921’de geri çekilirken bıraktıkları dört uçakla birlikte Mardin’de müdahaleye hazır sadece dört uçak vardı. Yakıtları trenle İstanbul’dan getirilen bu uçaklar günde iki kez uçuyor ve isyan bölgesini bombalıyorlar; olası bir sabotajdan korunmak için de Mardin’e gece dönüyorlardı. Aynı rapora göre, pilotlardan üçü daha önce Almanlarca eğitilmiş Osmanlı ordusundan gelen asker, diğer üçü ise sivil pilotlardı.
Britanya ile işbirliği
Türk Hava Kuvvetleri’nin isyanı bastırmakta yetersiz olduğunun açıkça görülmesi üzerine Ankara Hükümeti bu konuda adım atması gerektiğini anlamıştı. Bu iş için seçilen ortak çok ilginçti. 5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan bir antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harene ile İtalyan Ataşesi Deniz Yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Hava Kuvvetleri’ni yetkinleştirmek için bir dizi rapor hazırlamışlardı. (Resmi tarihe göre Şeyh Said İsyanı’nın arkasında Britanya’nın olduğu söylendiği halde, Türkiye’nin isyan sürerken, Türk Hava Kuvvetleri’ni geliştirmek için Britanya ile askerî işbirliği yapmasının ne anlama geldiğinin yorumunu okurlara bırakıyorum.)
Söz konusu rapora göre 1926 sonu itibariyle Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 153 savaş uçağı vardı. Bunlardan 77’si (20 Bréguet, 10 Junkers, 30 Caudron, 17 Savois markalı) 1925 yılında satın alınmıştı. Ayrıca Osmanlı’dan kalma faal 10 savaş uçağı vardı. Geri kalan uçaklar kullanıma uygun değildi.
Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları ilk olarak 1927 yılı sonbaharında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in güçlerine karşı kullanıldı. Bir Fransız istihbarat raporuna göre, Palu ve Malatya’dan kalkan uçaklarla, Diyarbakır’a götürülmek üzere 25 Ekim 1927’de trenlerle Mardin’e getirilen beş uçak isyancıları bombalamıştı. Rapora göre, bölgede 24 uçak müdahaleye hazır bekliyordu.
Çelik kartallar Ağrı’da
Türk Hava Kuvvetleri uçakları esas olarak 1927-1930 arasında birkaç fasılada gerçekleşen Ağrı Kürt İsyanı sırasında kullanıldı. Bu dönemde kullanılan uçak sayısı konusunda resmi bilgi yok. Ancak 27 Ocak 1928 tarihli bir Fransız istihbarat raporuna göre, o sırada Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 200 kadar uçak vardı. (Örneğin 1928’te 45 adet Bréguet 19.7.A2 alınmıştı.) Robert Olson’a göre sayı 1930 sonlarında 300’e ulaşmış, bunlardan 60 kadarı Ağrı’da kullanılmıştı. Araştırmacı Emin Karaca’ya göre ise Ağrı’da kullanılan uçak sayısı 80 civarındaydı.
Ağrı’daki Kürt kuvvetlerinin kumandanı İhsan Nuri Bey’in hatıralarında bu uçakların nasıl moral bozduğunu okuyabiliriz. İhsan Nuri’ye göre 1927 yılı sonbaharında İran sınırından iki kilometre içerde olan Kürdova köyüne yapılan bombardımanı diğerleri izlemiş, 1930 sonbaharına kadar onlarca köy ve mezra imha edilmiş, binlerce Kürt öldürülmüştü.
Düşürülen uçaklar
Bu uçakların Türk tarafına verdiği güven ve gururu ise Temmuz-Ekim 1930 arasındaki Oramar Harekâtı sırasında gazetelerde çıkan haberlerde okuyoruz. Örneğin 13 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki habere göre “10-15 tayyareden mürekkep muhtelif filolar, ağır bombardıman bombaları ile hücum etmişler, büyük telefat veren şakileri şaşkın ve yılgın bir hale getirmişlerdir.” Muhabir Yusuf Mazhar Bey, 16 Temmuz’daki haberinde şöyle devam eder: “Ben böyle zabitlere malik olduğum için bahtiyarım. Arkadaşlarım asiler üzerine öyle kahramanca ve müthiş akınlar yaptılar ki bu ateşli harekâtı tasvir edebilmek bile pek güçtü. Şakilerin üzerine dört beş metreye kadar inerek onları mitralyöz ateşleri içinde mahvettiler.” Yazara göre, ‘çelik kartallarımız’ın yaptığı ‘bilafasıla’ (aralıksız) bombardıman sonucu (uçaklar yangın bombaları da atıyordu) Kürt isyancılar tamamen ezilmişti. Zilan Deresi, ağzına kadar ceset dolmuştu. Zilan’da imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardı. Harekât sırasında sekiz uçak düşürülmüş ve isyancıların eline sağ geçen iki pilotun gözleri oyulmuş, burunları kesilmiş, sonra da öldürülmüşlerdi. Kürt kaynaklarına göreyse düşürülen uçak sayısı 12’ydi ve pilotların öldürülmesinden onlar da söz ediyordu.
Ebabil Kuşları
Cumhuriyet’in 23 temmuz tarihli sayısında uçaklar, ‘Ebabil Kuşları gibi’ Kürtlere saldırıyordu. (Ebabil Kuşları, 570 veya 571 yılında Mekke’ye saldıran Yemen Valisi Ebrehe’nin ordusunu yok eden efsanevi kuşlardı.) Aynı günlerde gazetelerde bölgede 60 uçağın kalkış ve inişine elverişli bir havaalanı inşa edildiği haberleri çıktı. Bu haberle birlikte Türkiye ile İran savaşın eşiğine gelmişlerdi. Sonuçta, İran’ın desteği sağlandı, karacısıyla, havacısıyla Türk ordusu, Kürt isyancıları yendi.
Dersim’de birAtatürk kızı: Sabiha Gökçen
1937-1938’deki iki aşamalı Dersim Harekâtı’na Diyarbakır’dan havalanan, 16 ila18 adet Bréuget markalı uçak katılmıştı. (1934’te hizmete girenlerle sayıları 70’e ulaşan Bréguetler 1938’den itibaren Vulteeler ile değiştirileceklerdi.)Harekâta katılanlardan biri, ‘Türkiye’nin ilk kadın pilotu’, ‘ilk askerî kadın pilotu’, ‘savaşa katılan ilk kadın pilotu’ unvanlı Sabiha Gökçen’di. Bu konuda kapsamlı bir makale yazan Ayşe Gül Altınay’ın (ki Gökçen’le ilgili bilgileri, kaynakçada künyesini verdiğim bu makaleden derledim) Sabiha Gökçen’in hatıratından aktardığına göre, 1913’te Bursa’da doğan, anne babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi ile yaşayan küçük Sabiha’nın hayatı, 1925’te Mustafa Kemal’in Bursa’yı ziyareti sırasında kökünden değişmişti. Koruma duvarını bir şekilde aşarak, okuma isteğini kendisine ileten Sabiha’nın azminden çok etkilenen Mustafa Kemal, ağabeyinden izin alarak Sabiha’yı evlat edinmişti. Bir süre Arnavutköy Kız Koleji’nde, bir süre Üsküdar Kız Lisesi’nde okuyan Sabiha, sağlığı elvermediği için eğitimine ara vermiş, Heybeliada’da ve Viyana’da bir süre tedavi gördükten sonra Paris’e gitmiş; ancak hem memleket, hem de Paşa’nın hasretine dayanamayarak, tedavisi biter bitmez Türkiye’ye dönmüştü.
Soyadını Atatürk veriyor
1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, Mustafa Kemal kendisine Gökçen soyadını vermişti. Belki de bu soyadının etkisiyle, o güne kadar havacılıkla hiç ilgilenmezken, Mayıs 1935’te yeni kurulan Türk Kuşu’nun açılış töreninde Rus öğretmenlerin planörleriyle yaptıkları gösterilerden çok etkilenmiş ve kendisinin de denemek istediğini söylemişti. Atatürk’ün bu isteğe yanıtı şöyle olmuştu: “Cesaretini beğendim (...) Gökçen soyadına havacılık çok yakışır doğrusu.”
Paraşütle başlayıp uçaklarla havacılığa devam edecek olan Sabiha Gökçen için artık ‘istikbal göklerde’ idi. Birkaç ay içinde Türk Kuşu’ndaki eğitimini tamamlayan Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Rusya’ya planör öğretmenliği eğitimi almaya gönderildi. Odessa’da planör öğretmenliği diploması alan Gökçen, Ankara’ya dönüşünde Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’ndan getirilen motorlu bir uçakla eğitimine devam etti. Motorlu uçakla ilk kez tek başına uçuşundan sonra Atatürk kendisiyle ilgili planlarını şöyle açıkladı: “Teşekkür ederim Gökçen (...) Beni çok mutlu ettin. Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim (...) Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın. Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır tahmin ediyorsun değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’na göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.”
Dersim gönüllüsü
Bu eğitim gerçekten özel bir eğitimdi, çünkü okuldaki tek kadın Sabiha Gökçen’di. Ona eşlik eden ilkokul öğretmeni Nüveyre (Uyguç) Hanım’la birlikte Eskişehir’de iki yıl eğitim gören Sabiha Gökçen, hatıratına bakılırsa, Atatürk’ü bizzat ikna ederek, kendi isteğiyle Dersim Harekâtı’na katıldı.
1937 yılı ilkbaharında bir ay boyunca “bir gün rasıt (gözleyici) bir gün pilot olarak” çok sayıda uçuş yapan Gökçen, anılarında Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde durmaz. O, bu harekâta ülkesinin kendisine “verdiği görevi yerine getirmek” üzere katılmıştır.
Dersim Harekâtı sonrası Sabiha Gökçen bir ulusal kahramandır. Onu ilk kutlayanlar Başbakan İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Atatürk’tür. Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor... Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir... Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz... Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir... Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” demişti.
Anlamlı suskunluk
Sabiha Gökçen’e 28 Mayıs 1937 tarihinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üç yüzden fazla davetlinin katıldığı bir törenle Türk Hava Kurumu’nun Murassa (=değerli taşlarla bezenmiş) Madalyası verilecektir. Ancak ortada garip bir durum vardır. Sabiha Gökçen’in neden ulusal bir kahraman olduğu konusunda çarpıcı bir suskunluk vardır. Çünkü Dersim harekâtı kamuoyundan gizli tutulmuştur. Nitekim Havacılık ve Spor dergisine göre Sabiha Gökçen bu madalyayı “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında büyük muvaffakıyetler [gösterdiği] ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” ettiği için almıştır. Gökçen’i ateşli bir şekilde tebrik eden gazete yazarları ve hatta madalyayı sunan Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca’nın açıklaması da şöyledir: “Türk Hava Kurumunun madalya nizamnamesi (hayatını istihkâr edecek derecede fedakârlık gösteren uçmanlara) madalya verilmesini kaydeder. Bunun için hava ordusu kıtalarından parlak notlar alan ve Genelkurmay Başkanı Sayın Mareşalin takdirlerini kazanan yiğit Gökçeni, Türk Hava kurumu murassa madalya ile taltife karar vermiştir.” Gökçen’in yaptığı teşekkür konuşmasında da Dersim’in adı geçmez, ancak Mareşal Çakmak’a özel bir teşekkür vardır.
Kemalist klişe: Feodaliteyi tasfiye
Dersim Harekâtı ve Gökçen’in buradaki başarıları üzerine suskunluk İsmet İnönü’nün TBMM’nde bu konuda yaptığı konuşmanın ardından bozulur. 15 Haziran 1937 gününden başlayarak gazeteler Dersim üzerine haberler yayımlamaya başlar. Aynı günTan gazetesinde çıkan bir yazı gazetelerde o güne kadar uygulanan (oto)sansürü açıklamaya çalışır: “Birkaç gün evvel ilk kadın tayyarecimiz Sabiha Gökçene murassa bir madalya verildiği yazıldığı zaman uçuş tatbikatındaki hizmetlerinden bahsedilmişti. Bu hizmetlerin mahiyeti sarahatle (açıklıkla) ortaya konulmamıştı. Buna da sebep şu idi: Feodalizmin son döküntülerinin tasfiyesi için alınan esaslı tedbirlerin tarihi bir ehemmiyeti vardır. Bunların millete ve dünyaya etraflı bir suretle bildirilmesi, İsmet İnönü’nün büyük nutkuna bırakılmıştı.”
Sabiha Gökçen anılarında Tunceli değil de Dersim adını kullanır ancak bu anlatıda ne bombalar vardır, ne ölen, yaralanan, göçe zorlanan insanlar, ne de Dersim Harekâtı’nın içeriğine dair herhangi bir bilgi. Gökçen’in Dersim’deki rolüyle ilgili olarak, ancak 1972 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanan Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitapta birkaç satır okumak mümkün olur: “Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak lüzumu üzerine Tayyare Alay Komutanı komutasında 15 uçaklı bir filo, Kırklar dağı-Darboğaz dere yolu-Zel Dağı-Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki Keçizeken (Yukarı Bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen hanımın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu” (s. 377)
‘Üç maymunlar’
Bu açıklamaya rağmen, Sabiha Gökçen, 28 Haziran 1987’de Nokta dergisinden Hıdır Göktaş’a verdiği röportajda harekât sırasında halktan ölenler olup olmadığı sorusunu da şöyle yanıt verecektir: “Yoktu. Keşif yapılıyordu, ordunun da istihbaratı vardı. Biliniyordu bu kötü kişilerin nerede olduğu. Çoluk çocuk olan yerleri doğrudan tahrip etmek insanlık dışı olurdu. Böyle bir şey olmamıştır.”
O sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur yıllar sonra verdiği bir mülakatında okuyucularından özür dileyerek yaşantısının bu bölümünü anlatmaktan kaçınacağını söyler. Bunun nedeni sorulduğunda, Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını, ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeylerin’ günümüzde de yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olduğunu söyleyerek sözlerini noktalar.
Sabiha Gökçen’in suskunlukla geçiştirdiği, Muhsin Batur’un anlatmaya dilinin varmadığı şeyleri artık konuşuyoruz. Bu konuşmanın, bir çeşit ‘katharsis’ (geçici, yüzeysel rahatlama) seansına dönüşmemesini, aksine kapsamlı bir tarih eleştirisinin ve kapsamlı bir telafi yaklaşımının ilk adımı olmasını dileyelim.
Kaynakça: Robert Olson, “The Kurdish Rebellions of Sheikh Said (1925), Mt. Ararat (1930), and Dersim (1937-38): Their Impact on the Development of the Turkish Air Force”, Welt Das Islams, Vol. 40, Number 1, March 200, s. 67-94; İhsan Nuri Paşa,Ağrı Dağı İsyanı, Med Yayınları, 1992; Emin Karaca, Ağrı Eteklerindeki Ateş, Alan Yayıncılık, 1991; Faik Bulut, Dar Üçgende Üç İsyan, Belge Yayınları, 1992; Ayşe Gül Altınay, “Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen”,Vatan Millet Kadınlar (Derleyen Ayşe Gül Altınay), İletişim Yayınları, 2000, s. 246-279; Halit Kıvanç, Bulutlarla Yarışan Kadın: Halit Kıvanç, Sabiha Gökçen’le Söyleşiyor, YKY-THY ortak yayını, 1998; Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, (Anıları kaleme alan Oktay Verel) Türk Hava Kurumu Yayınları II, Evrim Matbaası, İstanbul 1982.
http://taraf.com.tr/yazar.asp?id=12
Labels:
dersim,
sabiha gökçen
Samet Kuşçu'nun kızı konuşmuş
Bir süredir herkes Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen ıslak imzalı darbe planını savcılara gönderen subaydan söz ediyor. Kimilerine göre o “muhbir” subay, ikinci Samet Kuşçu... Bu olay da 1958’de patlak veren 9 Subay Olayı’nın bir benzeri...
Bırakın bugünkü darbe planı-ihbar tartışmalarını, Samet Kuşçu vakası da hâlâ bütün ayrıntılarıyla açığa çıkmış değil. Her şeyin iç yüzünü bilen Türk Silahlı Kuvvetlerikırılan kolu yenin içinde sıkı sıkı saklıyor. Samet Kuşçu ise 2004’te vefat ediyor
Samet Kuşçu’nun büyük kızı Nazan Kuşçu, babası hapse girdiğinde 6 yaşındaymış henüz. Ama hatırladıkları, duydukları ve hissettikleri var. Şu sıralar babasının adını sürekli gazete ve televizyonlarda görmekten pek mutlu olmasa da bildiklerini ilk defa anlattı.
Şu sıralar gündemi meşgul eden, savcılara belgeleri gönderen subay, söylendiği gibi ikinci Samet Kuşçu mu?
Samet Kuşçu vakasının bu olayla birleştirilmeye çalışılmasından rahatsızlık duyuyorum. İki hafta kadar önce CNN Türk’te, Michael Jackson’un ölümünden daha flaş bir haber olarak ekranın bütününü kaplayan Samet Kuşçu yazısını görünce, çorba içerken elimden kaşığı düşürdüm. Rahatsız etti beni. Kendisi bu benzetmeyi duysaydı ölmeyi tercih ederdi.
Nedir sizi rahatsız eden?
Bu olayın babamla bağdaştırılması. Gündemdeki konunun seviyesiyle o günkü hadise aynı kategoriye giremez.
“Babam konuyu ailesiyle hiçbir zaman konuşmadı”
Siz nasıl hatırlıyorsunuz bu olayı?
O sırada ben 6 yaşındaydım ve Antakya’daydım. Babam hapse girmiş ama bana “Babanın imtihanı var” dediler. Ailedeki bütün kadınların deliler gibi toplanıp o büyük Antakya evlerinde saatlerce dua ettiklerini hatırlıyorum. Sabahın köründe Asi Nehri’ne gidip balıklara okunmuş pamuklar atmalar, dualar... Ben bu imtihanın çok zor olduğunu düşünürken benden 1,5 yaş küçük kuzinim bütün saflığıyla “Senin baban aslında hapiste” dedi.
Ne hissettiniz?
Çok büyük bir reaksiyon gösterdiğimi hatırlıyorum. Sonra teselli edildim. Annem babam ayrıydı, hemen dedeme haber verildi ve gelip beni aldı.
Aile içinde nasıl karşılandı bu olay?
“Ah ah ne talihsizdik, nerelere gelecekti, bunlara layık mıydı?” sözleri, gözyaşları... Ama hepsi babamın arkasından. Herkes bunun babama yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Babam ailesiyle bu konuyu hiç konuşmadı. Yalnızca avukat olan bir kardeşiyle çatışma çıktı arasında, iyi müdafaa edilmediğini düşündü.
“Sorgu sırasında zindana kondu, tırnakları söküldü”
Hapisteyken aileden babanızla görüşen oldu mu?
Hatırladığım, o kardeşinin yanına gittiği. İlk etapta Levent çarşı girişindeki evimizde büyük bir kargaşa yaşandı. Benim oradaki oyuncaklarımın bile kayıp olduğunu biliyorum. Bazı şeyler babama muhtemelen geri verildi. Sorgu sırasında tırnaklarının söküldüğü, zindanda kaldığı bir gerçek. 1960’ta hapisten çıktığında ilk gördüğümde çok keyifsizdi ama birkaç ay içinde keyfi yerine geldi. Yapısı öyleydi.
27 Mayıs darbesini nasıl değerlendirdi babanız?
Bir kere idamla yargılandığı bir hapis sürecinden kurtulmasından dolayı herhalde o sürecin bir şekilde taraftarıydı. Aksini kimse ispat edemez. Daha sonra da o devirde Milli Birlik Komitesi Başkanı olan Fahri Özdilek Paşa ve Faruk Güventürk ile sıcak ilişkilerinin devam etmesi, bana babamın 1960 darbesinden rahatsız olmadığını gösterdi. Ama Yassıada duruşmalarını hiç tasvip etmedi.
“MİT’te görevli olduğunu öğrenirsem şaşırmam”
Şu iddia da var: “Kuşçu birlikte ihtilal planladığı subayların Menderes’e sadık olduğunu düşünüp ‘Onlar beni ihbar etmeden ben onları edeyim’ dedi”.
Babam 9 Subay Hadisesi’nin gerçek yüzünü, o sırada yaşanan olayları gazeteci ve tarihçi Mehmet Tekin’e anlatmış. O bantlar çözülmeden gerçekleri bilemeyiz. Ama tahminim şu... Babam hem sivri hem herkese güleryüzlü ama damarına basıldığında reaksiyon gösteren bir insandı. Çok aksi fikirleri olan insanlardan uzaklaşırdı. İhtilal planlanırken sivri fikirler konuşulmaya başlandığında buna dur demek istedi sanırım.
Nazlı Ilıcak’ın “27 Mayıs Yargılanıyor” kitabında babanızın bir açıklaması var: “İhbar yapmış değilim. Zamanın Milli Savunma Bakanı’na müracaat ederek tahkikat talep ettim, İçişleri Bakanı’na uyarıda bulundum.”
Ben de tırnak içinde ihbar diyorum. O vatanın ve sistemin çok sarsılmaması için başvuruda bulunduğunu söylüyor. Ama onun başvurusu diğer grup için ihbar.
Babanızın adlarını verdiği subaylar sonra 27 Mayıs’ı yaptılar. Ama onlar davadan beraat etti, kendisi hüküm giydi. Bu onda kırgınlık yaratmadı mı?
O kendine göre çok doğru bir hareket yapmıştı. Çok hırslı ve ilkeli bir insandı. Hatay’ın tarihini yazmak için sabahlara kadar çalışırdı. İki kolej kurdu, onların devam etmesine çalıştı. Kırgınlıklarını böyle örttü. Ama dışa çok dönüktü, depresyonla ilgisi olmadı hiç. Sesi çınlayan, kahkahası uzaktan duyulan biriydi. İnancı da çok kuvvetliydi. Bence babam hücreleri ve kanıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aitti. O gruptan gelen bir şeyi uluorta konuşmak istemedi, yediremedi kendine. Onları kalben korudu sanırım. Sonra uzun süre haklarını geri kazanmak ve devlet memuriyetine dönmek için hukuki mücadele verdi.
Kazandı değil mi?
Evet. ‘70’lerde Ankara’ya gitti. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin savunma bölümündeydi. KendineTMO’nde niye bir savunma bölümü olduğuna sorduğumda, harp zamanında vatan toprağı gibi bütün mahsulün de korunması gerektiğini ve bunun askeriyeyle bağlantısı olduğunu söyledi. Oradan da emekli oldu.
Bu görev insanın kulağına istihbaratçıların paravanı gibi geliyor. Var mıydı MİT ile bağlantısı?
Olsa da bana söyleyeceğini mi düşünüyorsun? Ama böyle bir görevi
varsa da şaşırmam.
“Nişanlımdan ayrılmak istediğimde onu çok seven arkadaşları ‘Faşist kızı’ demişlerdi”
Nasıl biriydi Samet Kuşçu?
Evi ve hayatı garnizon olarak düşünürdü. Hatta Hatay bir garnizondu. Ailenin kadınları da birer askerdi. Böyle bir babaya sahip olmak hem büyük şans hem de büyük bir travma. Korumacılığı, manevi hırpalama derecesine varabilirdi. Babası toprak ağası, Beyrut’tan şampanya getirecek kadar zevke düşkünmüş. Oysa babamın kendisine karşı katı bir tavrı vardı. O hep kontrole inanırdı.
Samet Kuşçu’nun kızı olmak size karşı hiç kullanıldı mı?
Nadiren. 1975 senesinde nişanlımdan ayrılmak istediğimde onun çok seven arkadaşları “Faşist kızı” demişlerdi. Ama çoğu arkadaşımla bu konuyu konuşmadım.
“Gazetelerden anladım ki babamın başı dertteydi”
Siz hiç bu olayın olumsuz çağrışımlarından rahatsız oldunuz mu?
İlkokuldayken annemin evinde eski gazeteler buldum. Onları okudum ve belli etmeden yerine kaldırdım. Anladığım, babamın başının bir şeylerden dolayı derde girdiğiydi. O sırada babam Antakya’da kolej kurmuştu ve orada çok sevilen bir insandı. Karşınızda bu kadar hürmet edilen birini gördüğünüzde yazılanlar ve söylenenler sizi çok da bağlamıyor. O paşaları ve aralarındaki muhabbeti görmek de size bir sağlama getiriyor.
Samet Kuşçu kimdir?
1918’de Antakya’da doğdu. 1938’de Kuleli Askeri Lisesi’ni birincilikle bitirdi. 1949’da Harp Akademisi’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu.
1949-1953 arasında Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı Dış Şube Protokol Müdürlüğü, 1954-1956 arasında Paris’te NATO Başkumandanlık Karargahı’nda İstihbarat Dairesi Şube Müdürlüğü yaptı.
1958’de Milli Savunma Bakanlığı İstanbul Temsil Bürosu Başkanlığını yürütürken 9 Subay Olayı patladı.
9 Subay Olayı nedir?
O dönemde yarbay olan, sonradan tümgeneralliğe yükselecek Faruk Güventürk’ün önderlik ettiği, Menderes hükümetini yıkmayı planlayan bir cunta vardı. Samet Kuşçu da cuntanın içindeki isimlerden biriydi. Ancak hâlâ bilinmeyen bir nedenle darbe planlarını hükümete bildirdi. Dokuz subay mahkemeye çıktı, sekizi beraat etti. Yalnızca Samet Kuşçu “orduyu isyana teşvik” suçuyla mahkum oldu ve ordudan ihraç edildi. 1958 ve 59 yıllarını hapiste geçirdi.
27 Mayıs 1960 darbesi yapıldığında Kuşçu’nun isimlerini verdiği askerler de darbenin içindeydi. Kuşçu darbe sonrasında serbest bırakıldı ve memleketi Hatay’a döndü. Burada Atatürk ve Ata kolejlerini kurdu.
1984’te Toprak Mahsulleri Ofisi’nden emekli oldu. 16 Ekim 2004’te Antakya’da vefat etti.
Muhbir mi, mağdur mu?
Nazan Kuşçu’nun söyleşide sözünü ettiği, babasının 9 Subay Olayı’nda yaşananları anlattığı kasetlerin sahibi Mehmet Tekin, Hatay’da yaşıyor. Çeşitli yayınlarda araştırmaları yayımlanan Tekin ile konuştuğumda bu bantları sakladığını ama kitap haline getirmeyi düşünmediğini söyledi. Tekin’e göre Samet Kuşçu bir muhbir değil, “Olmamış ihtilalin alnı ak mağduru”.
Mehmet Tekin bana Samet Kuşçu’nun vefatından iki ay sonra Güneyde Kültür dergisinde yayımlanan bir makalesini gönderdi. Bu makalede Samet Kuşçu’nun olaya dair anlattıklarının bir bölümü yer alıyor. Mehmet Tekin’e göre “İktidar Binbaşı Kuşçu’yu kurban ederek olayı örtbas etme yolunu seçti”.
Tekin buna kanıt olarak Emekli Korgeneral Faruk Güventürk’ün 1971 yılında Milliyet gazetesine yaptığı şu açıklamayı gösteriyor: “Yapılacak ihtilali bilinmeyen bir kaynak o günkü iktidarın başlarına haber vermiştir. İktidarın başları, bu suçlamaları ihtilalci subayların aleyhinde delil olarak kullanmak üzere soruşturmayı yönetenler aracılığıyla Samet Kuşçu’ya imza ettirmek istemişler, ama bütün baskı ve işkencelere rağmen Samet Kuşçu bunları imzalamamıştır”.
Tekin, makalesinde imzayı açıklamadan Faruk Güventürk’ün Samet Kuşçu’ya yazdığı mektubun bir bölümünü de yayımlamış:
“... Ordu ve Türk milleti Samet Kuşçu’suz çok şey kaybetti. Ben inanıyorum ki Kuşçu bu orduda en büyük makamlarda milletine en yararlı ve büyük hizmetleri rahatlıkla liyakatla yapacak bir kapasite, bir vatanperver, bir askerdi.”
http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=26&ArticleID=1164792&PAGE=1
Bırakın bugünkü darbe planı-ihbar tartışmalarını, Samet Kuşçu vakası da hâlâ bütün ayrıntılarıyla açığa çıkmış değil. Her şeyin iç yüzünü bilen Türk Silahlı Kuvvetlerikırılan kolu yenin içinde sıkı sıkı saklıyor. Samet Kuşçu ise 2004’te vefat ediyor
Samet Kuşçu’nun büyük kızı Nazan Kuşçu, babası hapse girdiğinde 6 yaşındaymış henüz. Ama hatırladıkları, duydukları ve hissettikleri var. Şu sıralar babasının adını sürekli gazete ve televizyonlarda görmekten pek mutlu olmasa da bildiklerini ilk defa anlattı.
Şu sıralar gündemi meşgul eden, savcılara belgeleri gönderen subay, söylendiği gibi ikinci Samet Kuşçu mu?
Samet Kuşçu vakasının bu olayla birleştirilmeye çalışılmasından rahatsızlık duyuyorum. İki hafta kadar önce CNN Türk’te, Michael Jackson’un ölümünden daha flaş bir haber olarak ekranın bütününü kaplayan Samet Kuşçu yazısını görünce, çorba içerken elimden kaşığı düşürdüm. Rahatsız etti beni. Kendisi bu benzetmeyi duysaydı ölmeyi tercih ederdi.
Nedir sizi rahatsız eden?
Bu olayın babamla bağdaştırılması. Gündemdeki konunun seviyesiyle o günkü hadise aynı kategoriye giremez.
“Babam konuyu ailesiyle hiçbir zaman konuşmadı”
Siz nasıl hatırlıyorsunuz bu olayı?
O sırada ben 6 yaşındaydım ve Antakya’daydım. Babam hapse girmiş ama bana “Babanın imtihanı var” dediler. Ailedeki bütün kadınların deliler gibi toplanıp o büyük Antakya evlerinde saatlerce dua ettiklerini hatırlıyorum. Sabahın köründe Asi Nehri’ne gidip balıklara okunmuş pamuklar atmalar, dualar... Ben bu imtihanın çok zor olduğunu düşünürken benden 1,5 yaş küçük kuzinim bütün saflığıyla “Senin baban aslında hapiste” dedi.
Ne hissettiniz?
Çok büyük bir reaksiyon gösterdiğimi hatırlıyorum. Sonra teselli edildim. Annem babam ayrıydı, hemen dedeme haber verildi ve gelip beni aldı.
Aile içinde nasıl karşılandı bu olay?
“Ah ah ne talihsizdik, nerelere gelecekti, bunlara layık mıydı?” sözleri, gözyaşları... Ama hepsi babamın arkasından. Herkes bunun babama yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Babam ailesiyle bu konuyu hiç konuşmadı. Yalnızca avukat olan bir kardeşiyle çatışma çıktı arasında, iyi müdafaa edilmediğini düşündü.
“Sorgu sırasında zindana kondu, tırnakları söküldü”
Hapisteyken aileden babanızla görüşen oldu mu?
Hatırladığım, o kardeşinin yanına gittiği. İlk etapta Levent çarşı girişindeki evimizde büyük bir kargaşa yaşandı. Benim oradaki oyuncaklarımın bile kayıp olduğunu biliyorum. Bazı şeyler babama muhtemelen geri verildi. Sorgu sırasında tırnaklarının söküldüğü, zindanda kaldığı bir gerçek. 1960’ta hapisten çıktığında ilk gördüğümde çok keyifsizdi ama birkaç ay içinde keyfi yerine geldi. Yapısı öyleydi.
27 Mayıs darbesini nasıl değerlendirdi babanız?
Bir kere idamla yargılandığı bir hapis sürecinden kurtulmasından dolayı herhalde o sürecin bir şekilde taraftarıydı. Aksini kimse ispat edemez. Daha sonra da o devirde Milli Birlik Komitesi Başkanı olan Fahri Özdilek Paşa ve Faruk Güventürk ile sıcak ilişkilerinin devam etmesi, bana babamın 1960 darbesinden rahatsız olmadığını gösterdi. Ama Yassıada duruşmalarını hiç tasvip etmedi.
“MİT’te görevli olduğunu öğrenirsem şaşırmam”
Şu iddia da var: “Kuşçu birlikte ihtilal planladığı subayların Menderes’e sadık olduğunu düşünüp ‘Onlar beni ihbar etmeden ben onları edeyim’ dedi”.
Babam 9 Subay Hadisesi’nin gerçek yüzünü, o sırada yaşanan olayları gazeteci ve tarihçi Mehmet Tekin’e anlatmış. O bantlar çözülmeden gerçekleri bilemeyiz. Ama tahminim şu... Babam hem sivri hem herkese güleryüzlü ama damarına basıldığında reaksiyon gösteren bir insandı. Çok aksi fikirleri olan insanlardan uzaklaşırdı. İhtilal planlanırken sivri fikirler konuşulmaya başlandığında buna dur demek istedi sanırım.
Nazlı Ilıcak’ın “27 Mayıs Yargılanıyor” kitabında babanızın bir açıklaması var: “İhbar yapmış değilim. Zamanın Milli Savunma Bakanı’na müracaat ederek tahkikat talep ettim, İçişleri Bakanı’na uyarıda bulundum.”
Ben de tırnak içinde ihbar diyorum. O vatanın ve sistemin çok sarsılmaması için başvuruda bulunduğunu söylüyor. Ama onun başvurusu diğer grup için ihbar.
Babanızın adlarını verdiği subaylar sonra 27 Mayıs’ı yaptılar. Ama onlar davadan beraat etti, kendisi hüküm giydi. Bu onda kırgınlık yaratmadı mı?
O kendine göre çok doğru bir hareket yapmıştı. Çok hırslı ve ilkeli bir insandı. Hatay’ın tarihini yazmak için sabahlara kadar çalışırdı. İki kolej kurdu, onların devam etmesine çalıştı. Kırgınlıklarını böyle örttü. Ama dışa çok dönüktü, depresyonla ilgisi olmadı hiç. Sesi çınlayan, kahkahası uzaktan duyulan biriydi. İnancı da çok kuvvetliydi. Bence babam hücreleri ve kanıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aitti. O gruptan gelen bir şeyi uluorta konuşmak istemedi, yediremedi kendine. Onları kalben korudu sanırım. Sonra uzun süre haklarını geri kazanmak ve devlet memuriyetine dönmek için hukuki mücadele verdi.
Kazandı değil mi?
Evet. ‘70’lerde Ankara’ya gitti. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin savunma bölümündeydi. KendineTMO’nde niye bir savunma bölümü olduğuna sorduğumda, harp zamanında vatan toprağı gibi bütün mahsulün de korunması gerektiğini ve bunun askeriyeyle bağlantısı olduğunu söyledi. Oradan da emekli oldu.
Bu görev insanın kulağına istihbaratçıların paravanı gibi geliyor. Var mıydı MİT ile bağlantısı?
Olsa da bana söyleyeceğini mi düşünüyorsun? Ama böyle bir görevi
varsa da şaşırmam.
“Nişanlımdan ayrılmak istediğimde onu çok seven arkadaşları ‘Faşist kızı’ demişlerdi”
Nasıl biriydi Samet Kuşçu?
Evi ve hayatı garnizon olarak düşünürdü. Hatta Hatay bir garnizondu. Ailenin kadınları da birer askerdi. Böyle bir babaya sahip olmak hem büyük şans hem de büyük bir travma. Korumacılığı, manevi hırpalama derecesine varabilirdi. Babası toprak ağası, Beyrut’tan şampanya getirecek kadar zevke düşkünmüş. Oysa babamın kendisine karşı katı bir tavrı vardı. O hep kontrole inanırdı.
Samet Kuşçu’nun kızı olmak size karşı hiç kullanıldı mı?
Nadiren. 1975 senesinde nişanlımdan ayrılmak istediğimde onun çok seven arkadaşları “Faşist kızı” demişlerdi. Ama çoğu arkadaşımla bu konuyu konuşmadım.
“Gazetelerden anladım ki babamın başı dertteydi”
Siz hiç bu olayın olumsuz çağrışımlarından rahatsız oldunuz mu?
İlkokuldayken annemin evinde eski gazeteler buldum. Onları okudum ve belli etmeden yerine kaldırdım. Anladığım, babamın başının bir şeylerden dolayı derde girdiğiydi. O sırada babam Antakya’da kolej kurmuştu ve orada çok sevilen bir insandı. Karşınızda bu kadar hürmet edilen birini gördüğünüzde yazılanlar ve söylenenler sizi çok da bağlamıyor. O paşaları ve aralarındaki muhabbeti görmek de size bir sağlama getiriyor.
Samet Kuşçu kimdir?
1918’de Antakya’da doğdu. 1938’de Kuleli Askeri Lisesi’ni birincilikle bitirdi. 1949’da Harp Akademisi’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu.
1949-1953 arasında Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı Dış Şube Protokol Müdürlüğü, 1954-1956 arasında Paris’te NATO Başkumandanlık Karargahı’nda İstihbarat Dairesi Şube Müdürlüğü yaptı.
1958’de Milli Savunma Bakanlığı İstanbul Temsil Bürosu Başkanlığını yürütürken 9 Subay Olayı patladı.
9 Subay Olayı nedir?
O dönemde yarbay olan, sonradan tümgeneralliğe yükselecek Faruk Güventürk’ün önderlik ettiği, Menderes hükümetini yıkmayı planlayan bir cunta vardı. Samet Kuşçu da cuntanın içindeki isimlerden biriydi. Ancak hâlâ bilinmeyen bir nedenle darbe planlarını hükümete bildirdi. Dokuz subay mahkemeye çıktı, sekizi beraat etti. Yalnızca Samet Kuşçu “orduyu isyana teşvik” suçuyla mahkum oldu ve ordudan ihraç edildi. 1958 ve 59 yıllarını hapiste geçirdi.
27 Mayıs 1960 darbesi yapıldığında Kuşçu’nun isimlerini verdiği askerler de darbenin içindeydi. Kuşçu darbe sonrasında serbest bırakıldı ve memleketi Hatay’a döndü. Burada Atatürk ve Ata kolejlerini kurdu.
1984’te Toprak Mahsulleri Ofisi’nden emekli oldu. 16 Ekim 2004’te Antakya’da vefat etti.
Muhbir mi, mağdur mu?
Nazan Kuşçu’nun söyleşide sözünü ettiği, babasının 9 Subay Olayı’nda yaşananları anlattığı kasetlerin sahibi Mehmet Tekin, Hatay’da yaşıyor. Çeşitli yayınlarda araştırmaları yayımlanan Tekin ile konuştuğumda bu bantları sakladığını ama kitap haline getirmeyi düşünmediğini söyledi. Tekin’e göre Samet Kuşçu bir muhbir değil, “Olmamış ihtilalin alnı ak mağduru”.
Mehmet Tekin bana Samet Kuşçu’nun vefatından iki ay sonra Güneyde Kültür dergisinde yayımlanan bir makalesini gönderdi. Bu makalede Samet Kuşçu’nun olaya dair anlattıklarının bir bölümü yer alıyor. Mehmet Tekin’e göre “İktidar Binbaşı Kuşçu’yu kurban ederek olayı örtbas etme yolunu seçti”.
Tekin buna kanıt olarak Emekli Korgeneral Faruk Güventürk’ün 1971 yılında Milliyet gazetesine yaptığı şu açıklamayı gösteriyor: “Yapılacak ihtilali bilinmeyen bir kaynak o günkü iktidarın başlarına haber vermiştir. İktidarın başları, bu suçlamaları ihtilalci subayların aleyhinde delil olarak kullanmak üzere soruşturmayı yönetenler aracılığıyla Samet Kuşçu’ya imza ettirmek istemişler, ama bütün baskı ve işkencelere rağmen Samet Kuşçu bunları imzalamamıştır”.
Tekin, makalesinde imzayı açıklamadan Faruk Güventürk’ün Samet Kuşçu’ya yazdığı mektubun bir bölümünü de yayımlamış:
“... Ordu ve Türk milleti Samet Kuşçu’suz çok şey kaybetti. Ben inanıyorum ki Kuşçu bu orduda en büyük makamlarda milletine en yararlı ve büyük hizmetleri rahatlıkla liyakatla yapacak bir kapasite, bir vatanperver, bir askerdi.”
http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=26&ArticleID=1164792&PAGE=1
Subscribe to:
Posts (Atom)